gözlerimi koynunda açtım ve uyuduğumuz süre boyunca yoğunlaşan kokusunu içime çektim bilinçsizce. öğleden sonra yemeklerimizi yiyip uzanmışken, ufak bir kestirelim, niyetiyle uyumuştuk ancak görüyordum ki hava oldukça kararmıştı.
başımı kaldırıp dirseklerim üzerinde yüz üstü durarak suratını izledim. sakallarında gezdirdiğim kemikli elime baktım bir süre. çok zayıflamıştım son zamanlarda. gittikçe eriyen üst vücuduma inat duran basenlerim dışında pek bir şey kalmamıştı vücudumda. zaten pek dolgun olmayan göğüslerim gittikçe yok oluyor, hasta görüntümü destekliyordu.
o ise daha iyi görünüyordu. önüme düşen saçlarımı omuzumdan geriye itip biraz daha inceledim yüzünü. yakışıklı veya çirkin bir adam olduğunu söyleyemezdim çünkü o benim için bu şeklide sınırlandırabileceğim bir şey değildi. güzellik kavramı fazla basit bir şeydi. güzellik eğer hokka bir burun, yapılı bir vücut veya badem gözler ise; hayır, güzel değildi. ama hoş bir gülümsemesi, kocaman elleri ve ferah kokan bir boynu vardı. sanırım bunlar güzel şeylerdi.
yataktan kalkıp salon duvarında asılı duran kahverengi saate baktım. saat on buçuğa geliyordu. mutfağa gidip bir kahve yaptım ve sigaramı yakıp balkondaki masaya oturdum.
henüz kahvemden birkaç yudum almıştım ki uyanışının seslerini duydum.
"günaydın." diye mırıldandı arkamdan tok ve uykulu sesi.
sesine içim gidiyordu.
"günaydın." diye cevap verip sigaramı uzattım. bir nefes alıp geri verdi.
uzun bir gün olmuştu. sabah şehrin öbür ucundaki mezarlığa gitmiştik. üç yıldönümümüzü de mezarlıkta geçirmemiz trajikti.
üç yıldır. koskoca 1095 gündür sabırla, her gün savaşıyordum onun anılarıyla. çok ama çok yorgundum ama onu öylece acısıyla bırakıp gidemezdim. bu acıma değildi. ona acıdığım için onunla olacak kadar aptal değildim. ama biliyordum ki bensiz baş edemezdi hayatla. çelimsiz bir adamdı. ne annesi ne de bir kadın vardı hayatında sarılacak, göğsünde ağlayacak. bu görevi üstlenmiştim yıllardır.
diyalog kurmakta iyi değildim. o da ben konuşmadıkça konuşmazdı pek. zaten gerek de yoktu. anlıyorduk birbirimizi.
mesela şu an onu terk etmek istediğimi biliyordu. ve yapamayacağımı da.
ve ben de biliyordum ki, o hala mezarlıktaydı. o, üç yıldır o mezarlıkta aşkıyla yatıyordu aslında. o kadın ölmeden önce nasıl biriydi, çok merak ediyordum bazen. acaba güler miydi sık sık. belki kahkaha bile atardı. belki geveze adamın tekiydi. belki o kadını daima arzuluyordu, her gece sevişiyorlardı. bizim aksimize.
aramızda ne vardı bilmiyordum. sadece yatılı terapisti değildim elbette. ama çoğu zaman sarhoş olurduk, tüm gece sigara içip şarkı dinler, bazen ağlardık. o, kadına ağlardı; ben ise halime.
hiç sevişmemiştik. bir kaç defa öpmüştü beni sarhoşken. masum, minik öpücüklerdi ama ben o anlar için yaşardım. bazen bilerek çok içip bana ayak uydurmasını sağlardım. belki yine öper diye.
bazen giderdim ondan. gitme, demezdi.
ben gidince çok ağlardı ama gitme diyemezdi.
geri dönerdim zaten sonra. hiçbir şey olmamış gibi bir gece mutfağa girip yemek pişirmeye başlardım. gece yarısından sonra eve döndüğünde beni mutfak masasında, buz gibi olmuş yemeklerle ve saatlerdir masada duran kadehlerle bulurdu.
yıllardır başka bir kadının yatağında yatıyordum. başka bir kadının aşkıyla baş etmeye çalışıyordum. hep o, unutulamayan kadın olmak isterdim. ama ben genelde yara bandı denilen zımbırtı olurdum. bu sefer başarılı olacağımı düşünmüştüm aslında. bir an olsun, bana parıldayan gözlerle baktığında, sanmıştım ki hallederiz.
genelde ilişkileri uzaktan izlerdim. beş kuruş etmeyen kadınların nasıl sevildiğini, bir çiçeği solmadan diğerinin alınışını. yüzünün her zerresinin nasıl da aşkla öpüldüğünü izlerdim o kadınların. şık topuklularını yerlere vura vura kucaklarındaki hediyelerle eve dönüşlerini izlerdim balkondan. bazı zamanlar yeterince güzel olmadığımı düşünürdüm sevilmek için. hafif kemikli bir burnum birkaç renk boyanın karıştığı, kırmızıya kaçan yıpranmış saçlarım vardı. çok sigara içer, çok duygusuz dururdum.
ona karşı çok sabırlıydım. yıllarca, sabırla beklemiştim alışmasını, acısını aşmasını. tüm gururumu bir kenara bırakmış ve onunla ağlamıştım aşkı için.
artık umudum her geçen gün artmıyor, hızla azalıyordu. ben terk edecek türden bir kadın değildim. çoğu zaman terk edilirdim ve o esnada çok ağlardım. ama bu sefer onun beni terk etmesini umuyordum aylardır. çünkü belli ki ben gidemiyordum. omuzlarımdaki bu üç kişilik yük bana çaresizlik hissiyle saatlerce boşluğu izletiyordu. ve o bana "nasılsın?" diye bile sormuyordu.
ne büyük trajediydi insanın sevdiği gibi sevilmemesi. kimsenin kıyamadığı olmamak, kırılmaya ve üzülmeye mahkum bir kadın olduğunu düşünmek ve bunu hak etmek...eğer varsa tanrının şansız bir kulu, o kişi bendim.
"susmaya devam mı edeceğiz." dedim monoloğumun siniriyle yanımda ölü gibi duran adama.
"söylememi istediğin bir şey mi var?" dedi anlam veremeyerek.
"gitmek istiyorum."
"ne?"
"gitmek istiyorum."
ağlamaya başlamıştım. sağ elini uzatıp gözyaşlarımı silmeye yeltendi. elleri bir alev misali tenimi yakacakmışçasına geri çekildim.
"gitme desene." diye bağırdım tüm gücümle.
"belki de gitmen gerekiyordur." dedi hüzünle.
bu, o kadını unutamadığının ilk itirafıydı. ilk defa umudunun kalmadığını söylemişti.
bugün mezarlıktaki içli ağlayışı zaten çok şey anlatmıştı. ama ben inatla gözlerimi kapamıştım acı gerçeğe. kendi kendimi acındırdığım düşüncesi ile acınası biri olma hissi çatışıyor, ruhumu parçalıyordu.
yeni bir sigara yaktım sessizce ağlarken. önüme döndüm bana bakan adamı görmezden gelerek.,
başımı iki yana salladım. "haklısın." dedim yenilgiyi kabul ederek.
"insan bazen biliyor da dillendiremiyor. bitmeyen bir aşkın üstüne kurmaya çalışıyor yenisini. yıkılacağını bilse de inanmak istiyor." "gitme" bile diyemeyen birine kalbini açıyor." diye ekledim.
sessiz kaldı.
"korkak herifin tekisin. bir kadındır tutturdun, hem kendini hem beni öldürüyorsun üç yıldır." yüzüne bakarak bağırıyor, yıllardır söyleyemediğim bu zehirli sözcükleri bir çırpıda atıyordum.
"ne unutmaya cesaretin var ne bana doğruları söylemeye."
hala tek kelime etmiyor, suçlu gözleriyle bana bakıyordu. en çok acı veren şey ise o an bile gözlerinin ne kadar güzel olduğunu, kafamın içinde, bir köşede düşünüyor olmamdı.
"hale." dedi yutkunduktan sonra.
adım ağzında anlam buluyordu. sık söylemezdi. söyleyince gülümserdim. bu defa gülmedim.
"sana yemin ederim ki, eğer başka bir kadını sevecek olsaydım bu sadece ama sadece sen olurdun. ama görüyorsun. unutma çabasının altında eziliyorum. seni de kendimle sürüklüyorum."
"sana o kadar kırgınım ki." dedim yine ağlamaya başlarken. "o kadar kırgınım ki." diye bağırdım. "keşke adam gibi sevebilseydin beni. keşke sadece gecenin ikisinde uyku sersemliğiyle beni o sandığın için sarılmasaydın bana. o kadın olmayı çok isterdim."
"özür dilerim."
"özür dilersin." diye güldüm sinir bozukluğuyla.
insanlar hayatlarınızı mahvedip, öylece özür dileyebiliyorlardı.
"kazayı andıran hayatımda..." diye başladı. devamını biliyordum bu sözün. daha önce de söylemişti bana. "kimse kalıcı değil." di sözün devamı. saçma edebiyatına katlanacağım son andaydık.
"kaza sensin!" diye böldüm lafını.
masadan hışımla kalkıp arkamı döndüm ona. hala ağlıyordum.
"enkaz da benim işte." diyebildim. sesim kısılmıştı. duymadı.