Derin bir nefes çabası daha.
Sonuçsa cabası, ciğerlere batıyormuş gibi hissettiren kaburgalar.
Kemikler çekilmiş ve büzüşmüşçesine hissettiren bir sırt ağrısı.
Titreyen eller, dönen baş, bulanan mide...
Vücudunun verebileceği tüm kötü tepkileri tam şu an hissediyordu Chan. Yapabildiği şeyse kül ve izmaritle kirlenmiş yatakta acizce kaburgalarının batmadığı o pozisyonu bulmaya çalışmaktı, ama nafile.
Yatağa rastgele uzattığı eliyle telefonunu yokladı, saçma şekilde bulabilmişti. Hızlıca rehberindeki numarayı aradı, acısını dindirebilecek çözümü düşündüğü an can havliyle buna sarılmıştı. Telefon defalarca kez çaldı, açan olmadı, fakat o aramayı bırakmadı. Sonunda diğer taraftan ses aldığında sanki kilometrelerce koşu yapmışçasına soluklu sesiyle konuşmaya çalıştı ayda bir gördüğü arkadaşıyla.
"Seonghwa, her ne sikimdeysen çıkıyor ve her zamankinden alıp bana getiriyorsun."
Arkadan gelen inleme sesleri, şu an umrunda olan son şey dahi değildi. Rahatlamaya ihtiyacı vardı, yoksa dayanamayacak ve muhtemelen herhangi bir yere düşmüş kelebek bıçağını kalbine saplayacaktı. Belki de boynuna, içinden ne gelirse.
Telefonun diğer tarafından birkaç hışırtı, sonrasında da arkadaşının homurtulu sesini işitti, "Sikeyim seni Chris, bunun acısını çıkartacağım." sonrasındaysa telefonun kapatıldığına dair bir bip sesi. Emin değildi. Şekeri düşmüş gibi hissediyordu, gerçeklik algılarını yitiriyor gibiydi. Hissettiği tek gerçek vücudundaki ağrıydı. Komik olansa bu ağrının psikolojik olarak başlamasıydı.
Nefret ediyordu duygu ve düşüncelerden, duygu ve düşüncelerinden. Düşünmekten, hissetmekten. Çünkü hisler var olduğu sürece rahat olamıyordu. Düşünmek onu yiyor bitiriyor, hisleri ruhunu tüketiyordu ve her saniye vücudu çürüyormuş gibi hissediyordu. Yatıyor olmasına rağmen başı deli dehşet dönüyor, gözleri kapalı olmasına rağmen göz yuvarları yattığı yöne doğru akıyormuş gibi hissediyordu. Midesi bulanıyor, öğürse de kusamıyordu ve öğürmeye dahi halinin kalmadığını hissediyordu. Fakat vücudu ona ceza verircesine uyumasına, hatta bayılıp kalmasına dahi izin vermiyordu. Bu yüzden tam şu an tek hissedebildiği vücudunun rezalet tepkileri, düşüncelerininse beynine bastığı yanmış bir demirdi.
Kimseyi istemiyor fakat kimsesiz hissediyordu, nefes almak istemiyor ama deniz kokusunu ciğerlerine çekmek istiyordu.
Çelişki, diye geçirdi içinden. Lanet olası çelişki.
Aldığı nefesin onu boğmaya başladığı dakikalarda ard arda çalan zil sesinin gürültülü nefes sesini bastırmasıyla anca kendine gelebilmişti. Kalan, hayır, kaldığını umduğu son gücüyle kaldırmaya çalıştı bedenini yataktan. Stüdyo dairesinin diğer ucundaki kapıya kambur şekilde yürüyerek kapıyı açtığında karşısında kot ceketinin önündeki kabartıyla beraber arkadaşı girmişti kadrajına.
Herhangi bir konuşma eyleminde bulunmadı, gitti ve kendisini sırt üstü şekilde yatağa attı. Sarsılarak inip kalkan göğüs kafesiyle sadece tavanı izlemeye koyuldu.
Seonghwa'ysa, dış kapıyı arkasından kapattıktan sonra ceketinin önüne sıkıştırdığı siyah poşeti çıkartıp yemek masasından hallice olan küçük kare masanın üzerine koymuş, Chan'a bakarak bıkkın bir nefes verip yerde gözüne kestirdiği bıçakla poşeti sarmalayan koli bantlarını kesmişti.
Poşetten çıkardığı yaklaşık on dal kadar sarılmış, iki avuç da sarılmamış otu masanın üstünde bırakarak sarılmışlardan bir dal aldı ve gözleriyle etrafı tarayarak gözüne kestirdiği çakmağı da alıp yatağa arkadaşının yanına oturdu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
suicidal thoughts
Fanfici'll be running now, i'll be running from myself now gunning demons down, find my way out of this cell now