7: söyleyin ona, bilsin.

138 13 7
                                    

bu gece yorgun gökyüzü, bir garip sükunet hakim yıldızlara.

hava biraz serin, ara sıra hafif bir ürperti alıyor bedenimi. tüylerimi diken diken ediyor. gözlerimiz mahmur, neden direniyoruz uykuya biz de bilmiyoruz, alışkanlıktan olsa gerek. ismi olmayan bir şeyi özlüyoruz ve o bir şey bizi ayakta tutuyor.

"dikenlere dikkat et." diye fısıldadı bana elindeki soğuk soju tenekelerinden birini uzatırken. tenekenin soğuğu avuç içimi yaktı, uyarısına karşılık olarak yalnızca kafamı sallamakla yetindim.

baykuş uğultuları ve adımlarımızın altında ezilen bitkilerin hışırtıları. biraz aklım bulanıktı bu gece, nereye bastığıma dikkat edemiyordum. görüşüm puslu, ortalık kapkaraydı. gece sanki tam anlamıyla üstüme çökmüş. bir ağırlık vardı omuzlarımda.

koşullanmış bir robot misali bedenini takip ediyordum. yürüdü, yürüdüm. belli aralıklarla duraksayıp tam arkasındaki beni kontrol etti. ben de durup ona baktım. tekrar yürüdü, tekrar yürüdüm. beyaz kısa kollu tişörtünün çekiştire çekiştire genişlettiği yakası omzundan düşüyordu, gözlerim oraya takılı kaldı yol boyu. teni bu zifiri karanlıkta bile ışıl ışıldı. tuhaf. hakkındaki her şey çok tuhaftı.

dakikalar geçti. nihayet yavaşladı ve büyükçe bir kütüğün üstüne oturdu. bizim kütüğümüz. bir tanıdık koku doluverdi hemen burnuma, deja vuyu ta iliklerimde hissetmemi sağladı. eve gelmiştim sanki, güvendesin diyordu zihnim bana şimdi. usul usul yanına kuruldum sonra. önümüzde ufak gölümüz vardı, rengi yeşile çalıyordu. içkiden birkaç yudum aldım.

"beğendin mi?"

omuz silktim hafifçe. "en sevdiğim olduğunu bildiğini biliyorum." burnundan bir ufak soluk vererek güldü bana. dönüp ona baktım ve anında midem kasıldı, kolumdan avuç içlerime doğru bir karıncalanma yol aldı. gülüşünde galaksiler saklanıyordu onun. bir kez daha idrak ettim o an bunu.

sustu, ben de sustum. bir süre kaybolduk sessizliğimizde. buraya niçin geldik? bu soruya ikimiz de doğru dürüst cevap veremeyiz muhtemelen. arada bir iç çekişlerini işitiyordum ve biliyordum, o da bu aptal özlem duygusuyla baş etmeye çalışıyordu. eski biz, ah eski biz, çok konuşurduk. eski biz bu kütüğe oturur oturmaz bağıra bağıra bir ton meseleden bahseder, günümüzü en ufak detayına kadar anlatır, çenemiz ağrıyana kadar gülüşürdük. şimdiyse yalnızca susuyoruz. neydi ki değişen? emin değildim. komple biz değişmiştik sanırım. bazı pişmanlıklar yaşandı fakat eskide bıraktığımız kalplerimiz sıkışıyordu inceden inceden.

yüzüne bakarak dalıp gittiğim sırada irkilerek kendime gelmeme sebep olan şey gözümün önünde uçuşan kelebekti. geri çekildim, bana dönen bir çift gözü hissettim direkt tenimde. kelebek suratımın etrafında uçmaya devam ediyordu. yanımdakinden kıkırtı sesleri gelmeye başlamıştı. "ne gülüyorsun?" dedim kaşlarımı çatarken, sesim aksi çıktı istemsiz.

"sevdi seni."

kelebek dizime kondu. kanatlarını kıpraştırıyordu, mavi bir kelebekti bu. fark eder etmez gözlerim büyüyüverdi. ilk kez gerçek bir mavi kelebek görüyordum, heyecanıma engel olamadım bu yüzden.

"jungkook!" diye fısıldadım bu kez, ama bağırırca bir fısıldayıştı bu. siz anladınız işte.

"ne var?" dedi benim fısıltımı taklit ederek.

"telefon! telefonunu çıkar. çabuk ol çabuk." elimi ona doğru sallayarak konuşuyor, bu sırada gözlerimi kelebeğin üzerinden çekmiyordum.

elini cebine attı hemen. "niye fısıldıyoruz?"

"kaçmasın diye tabii ki salak. fotoğrafını çek, çok hızlı. uçacak şimdi hadi!"

hafifçe eğildi ve profesyonel fotoğrafçı edalarıyla açı ayarlıyormuş gibi yaptı. gözlerimi devirdim. "çek artık lan." diye mırıldandığımda güldü ve birkaç kere art arda ekrana dokundu. tam doğrulduğu sırada kelebek dizimden ayrılıp uçmaya başlamış ve gözden kayboluvermişti. arkasından bakarken dudak büzdüm. "çok güzeldin, iyi bak kendine."

mess it up.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin