Bugün neysem, on iki yaşındayken, 1975 kışının o karanlık, buz gibi gününde oldum. Tam anını çok iyi anımsıyorum; yıkık, toprak bir duvann arkasına çömeimiş, donmuş derenin yakınındaki dar, çıkmaz sokağa bakıyordum. Üzerinden çok uzun zaman geçti; ama geçmiş için söylenenler yanlış. Ben onun nasıl gömüleceğini öğrendim. Her ne kadar geçmiş pençeleriyle kendine bir çıkış yolu açmayı becerse de. Şimdi düşününce, o boş sokağa son yirmi altı yıldır bakmakta olduğumu fark ediyorum. Geçen yaz, dostum Rahim Han beni Pakistan’dan aradı. Onu ziyarete gitmemi istiyordur Kulağımda ahize, mutfakta 1 dururken, karşı uçtakinin yalnızca Rahim Han olmadığını biliyordum. Kefareti ödenmemiş günahlarımla dolu geçmişim-di. Telefonu kapadıktan sonra, Golden Gate Park’ın kuzey ucundaki Spreckies Göiü’nün kıyısında yürüyüşe çıktım. Erken öğleden sonra güneşi, düzinelerce minyatür teknenin canlı, kıvrak bir esintinin itkisiyle gezindiği suda ışıldıyordu. Başımı kaldırıp bakınca gökyüzünde süzülen, uzun, mavi kuyruklu, bir çift kırmızı uçurtma gördüm. Parkın batı tarafındaki ağaçların epeyce yukarısında, yel değirmenlerinin üstünde salınıyorlardı; aşağıya, artık memleketim dediğim San Francisco kentine bakan bir çift göz gibi. Ve ansızın, Hasan kulağıma fısıldadı: Senin if in, bin tane olsa yakalarım. Hasan, tavşandudaklı uçurtma avcısı.
Bir söğüt ağacının yakınındaki tahta sıraya oturdum. Rahim Han’ın telefonu kapatmadan hemen önce, aklına son anda gelivermiş gibi söylediği şeyi düşündüm: Yeniden iyi biri olmak mümkün. Bir kez daha yukarıya, ikiz uçurtmalara baktım. Hasan’ı düşündüm. Baba’yi. Ali’yi. Kabil’i. Her şeyi değiştiren o 1975 kışına kadar olan yaşamımı. Her şeyi değiştiren ve beni bugün neysem o yapan kışı. 2 iki Çocukken, Hasan’la birlikte babamın evindeki araba yolunun iki yamnda sıralanan kavak ağaçlarına tırmanır, bir ayna parçasıyla komşu evlerin camlarına ışık tutar, komşuları kızdırırdık. Pantolonlarımızın ceplerini dut kurusu ve cevizle doldurur, yüksek dal ardan ikisine, ata biner gibi, karşılıklı yerleşir, çıplak ayaklarımızı aşağıya sarkıtırdık. Dudan yerken aynayı elden ele geçirir, birbirimize ceviz fırlatır, kıkırdar, gülerdik. Hasan’ı o ağacın üzerinde hâlâ görebiliyorum; yapraklann arasından sızan güneş ışığı, meşeden oyulmuş bir Çin bebeği kadar toparlak, kusursuzcasına yuvarlak yüzüne vuruyor: düz, yayık burnu, bambu yapraklarını andıran kısık, hafif çekik, ışığa göre san, yeşil, hatta safire dönen gözleri. Biraz düşük, küçük kulaklan, son anda eklenivermiş bir 3 uzantıyı andıran sivri, sert çenesi gözümün önünde. Ve yank dudağı; Çin bebeğini yapan ustanın elindeki keski kaymış ya da adam yoruluvermiş, dikkati dağılmış gibi, üstdudağın hemen soluna atılan o çentik.
Bazen, o ağaçların tepesinde Hasan’ı sapanıyla komşunun tek gözlü Alman kurduna ceviz fırlatmaya razı ederdim. Hasan bunu yapmak istemezdi, ama ben istersem, gerçekten istersem beni kurnazdı. Hasan benim hiçbir isteğimi geri çevirmezdi. Sapan kullanmada üstüne yoktu. Hasan’ın babası Ali bizi bu durumda yakalayınca kızardı – onun kadar tatlı, iyi huylu biri ne kadar kızabilirse, elbette. Parmağını sallar, inin çabuk, derdi. Aynayı elimizden alıp annesinin bir sözünü yinelerdi: Şeytan namaz kılan Müslümanlara ayna tutar, akıllarım çelmeye çalışırmış. Oğlunu sertçe süzerek, eklerdi: “Bunu yaparken de gülermiş.” Hasan ayaklarına bakar, “Evet, Baba,” diye mırıldanırdı. Ama beni asla ele vernSezdi. Ayna fikrinin de, tıpkı komşunun köpeğine ceviz atmak gibi, benden çıktığını asla söylemedi. Kavaklar çift kanadı, üzeri dövme demirden motiflerle bezeli bahçe kapısına ulaşan, kırmızı tuğla döşeli araba yolunun iki yanına sıralanmışa. Kapı, babamın arazisine açılıyordu. Evimiz tuğla yolun sol tarafindaydı; araba yolu evin arkasındaki bahçede son buluyordu. Herkes, Baba’nın yaptırdığı evin, Vezir Ekber Han bölgesindeki en güzel ev olduğunu söylerdi; burası, Kabil’in kuzeyinde yer alan, yeni ve zengin bir mahalleydi.