The Death

71 15 24
                                    

Gönül yorgunluğu ne, biliyor musun? Gökte yıldızın kalmıyor. Gölgen bir yere sığamıyor. İçindeki şarkı içinde boğuluyor. Penceren sokağa bakmıyor. Bütün sevgi sözleri kalbinde cezaya dönüyor. Kirpiklerin hiçbir güzellikle haklanmıyor. Baktığın bütün sular yeraltına çekiliyor. Sevmek korkusu ayrılıktan çok önce acı veriyor. Dünyanın bütün cenazeleri evinin önünden kalkıyor. Her gün bir arkadaşın büyüdüğünüz zamanlarda kayboluyor. Girdiğin çıktığın bütün kapıların önünde yabancı, ardında yalnızlık olup kalıyorsun. Ne ,biliyor musun gönül yorgunluğu? Kendinden soğuyorsun. Sözünden soğuyorsun. Geçmişinden soğuyorsun. İnandıklarından soğuyorsun. Baktığın yüzlerden soğuyorsun.

Bıraktığım playlistle okursanız daha keyifli olacağını düşünüyorum.









Gözlerimi gösterişli olduklarından her halükarda önemli oldukları belli olan insanların doldurduğu odada gezdiriyordum. Gözlerim onu arıyordu. Beni kurtaran adamı.

Yanımda bana içki uzatan adamın zırvalıklarını dinliyormuş gibi yapmaktan çok sıkılmıştım. Belli ki adamın niyeti başkaydı çünkü arada göz kırparak ve kulağıma eğilerek ne kadar güzel olduğumu fısıldıyordu. Şaşırmıyordum çünkü ben bir köleydim. Köleyseniz güzel olmanız gerekirdi yoksa değeriniz ağıla bağlanmış bir domuzdan farksızdı. Benim bu durumumda ise güzelliğim değersizliğimi bir şekilde dengeliyordu. Bu sayede hayatta kalabilmiştim. Köle olarak olsa bile. Çünkü yaşamayı seviyordum. Her sabah doğan güneşin yüzüme bıraktığı minik parıltıları seviyordum. Parmaklarımın arasından akıp giden hafif esintiyi, kulaklarımın duyduğu dünyanın büyük ama benim için minik olan telaşını duymayı seviyordum. Ben Han Jisung yaşamayı seviyordum ve beni ölümün dondurucu karanlığından kurtaran adama minnettardım.

Yaşadığım ülkede farklı krallıklar vardı ve 18 yıl önce geçirdiğimiz vebadan doğan her çocuğun bir şekilde tanrının lütfu, hediyesi -bazıları için lanetten farksızdı- dedikleri büyülü güçleri vardı. O yıl doğup güçleri olmayan insanlar vardı ve bu yaratıkların insanların gözünde tanrının şöhretine leke sürmekten bir farkı yoktu. Yaratık diyorum çünkü eğer 18 yaşına gelmişseniz ve güçleriniz ortaya çıkmamışsa toplumda dışlanırdınız. Kendi aileniz bile sizi istemezdi. Pis, iğrenç bir varlık olarak görülürdünüz ve en sonunda idama mahkum edilirdiniz. Toplumdan ayrı insanlar her zaman sürüden farksız toplumu korkutmuşlardır çünkü nihayetinde hepsi hayvandır ve hayvanlar her zaman bilmedikleri şeylerden korkmuş, korktuklarında ise gelişmiş hayvanlar o şeye karşı koruma iç güdüsüyle onu ortadan kaldırmış, gelişmemişler ise o şeylerden korkup saklandıkları bir hayat sürmüşlerdir. Bu durumda benim toplumumun gelişmiş hayvanlardan farkı yoktu. Ben de insandım. Sizden farkım yok diye bağırmak istiyordum her birinin yüzüne. Ama bana konuşma hakkı bile verilmemişti. Haykırmak istediğim her kelime boğazımda düğümlenmiş, sessizliğe mahkum bırakılmıştım. Ama o beni dinlemişti. Her zaman dinlerdi. En azından ben öyle düşünüyordum.

Ölümüm yaklaşmadan önce varlıklı bir ailenin tek çocuğuydum. Yaşıtlarım güçlerini çoktan kazanmaya başlamışken ben umudu kesmiştim ve en azından hayatı dolu dolu yaşamaya çalışmalıyım diye düşünmüştüm ama güçlerim olsun olmasın sanki annem hariç bu dünyanın insanları benden nefret etmekle görevlendirilmişti. Okulda yapamamıştım. Akranlarımın iğrenç zorbalıklarına katlanamamıştım ve hocaların da konuşmasıyla ailem derslerimi evde almama karar vermişti. '' Çok parlak bir çocuk. Diğerlerinin arasında sırıtıyor o yüzden istenmiyor. Çok özür dilerim.'' demişti okul müdürü. Tabi diyememişti bana yalakalık yapan ve paraya boğan zengin ebeveynleri sizin ucube oğlunuz yüzünden kaybetmek istemiyorum diye.

Evde ölümümden önce geçen zamanlarda eve gelip giden hocalarımdan ders almış, bol bol kitap okumuş, müzik aletlerini öğrenmiştim. Her insanoğlu gibi ben de çevremde varlıklar istiyordum çünkü insanın doğasıydı bu, insan sosyal bir varlıktı ve yalnızlığa tahammülü yoktu. Ben de, her toplumdan dışlanmış ama yalnızlığa tahammülü olmayan insanlar gibi hayvanlarla vakit geçirmeye başlamıştım. Öğleden sonraları genelde boş olurdum ve evin uşağından benim için arabayı çağırmasını isterdim. Pencereye yakın durur, atların nallarının yere vuruş sesiyle karışan tahta tekerleklerin gıcırtısını duyduğum anda evden fırlardım. Doğayla vakit geçirirken bir sürü şey öğrenmiştim. Eğer yaşamama müsaade edilirse belki şehirden çok uzağa dağlara kaçıp yaşayabilirdim ve öğrendiklerim bir işime yarayabilirdi. Ne derlerdi acaba? Hak ettiği gibi dağda yaşayan bir yaratığa dönüştü mü yoksa şeytanla bir mi oldu? Her halükarda umrumda olmazdı, beni rahat bıraktıkları sürece hiçbir şey umrumda olmazdı.

shadows and lights Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin