Bu yazıya başladığımda, aslında tek amacım insana Arap Yarımadasındaymış gibi hissettiren, o sıcağı insana aşılayan bir şey yazmaktı. Fakat sonrasında konu biraz saptı ve kendimi bir anda yazının sonunda buldum(no comment...)
Var olan her şeyi kasıp kavurmakta olan güneş, vadi düzlüğündeki ağaçları kurutup, toprağın son kalan nemini de emerken, âdeta bir ip gibiymişçesine ince akan nehrin kenarında oturan bir kadın vardı. Tek tük binaların arasından, şarkı söyleyerek, su misali akan rüzgarın taşıdığı; artık tamamen kupkuru olan, minik toprak tanelerinden veyahut toprak demek uygun olmaz, demem o ki minik kum tanelerinden sakınmak için, çenesinden başlayıp yüzünün tek bir yerini bile açıkta bırakmayan peçesini takınmış; kollarını, bacaklarını örtmüş olan bu kadın, nehrin içindeki mavi yansımasına bakıyordu.
Suyun serin olmasını umarcasına, ellerini suya uzattığında; bilekleri, inatla esen rüzgar tarafından açıkta kaldı. Kendi vücuduna olan yabancılığını düşünmeyeli sanki yıllar olmuştu. Kendi bileklerine, kollarına bile yabancıydı sanki; örtmek zorunda kaldığı, güneş yüzünden. Güneş yüzünden örtmek; başkalarının gözleri, güneşti; başkalarının onu düşünmesi, güneşti; insanların ayıpları, güneşti; ve güneş aynı zamanda korkuydu.Başkalarına olan, diğer insanlara olan korkuydu. Tarihin en karanlık güneşi buydu. Öyle ki sadece yaşamak bile ölmek demekti, belki susuzluktan. En karanlık güneş bizimkiydi; öyle ki güneş yokken daha sıcaktı kuru topraklar ve ancak yokken hissedilebilirdi, kadınların tenlerinde inatçı rüzgarlar.
Rüzgarların savaştığı çarşaflar daha vücudu sarmalayamadan; sarmalardı güneş vücutlarını, tapılası kadınların. Ve güneş, tapardı kendine. Sıcaklığına. Gücüne. Rüzgarın bile yenememisine, kendini. Ve imkansızlığına tapardı, kendinden kaçamamanın.
Ev, hapisti; hapis, güneş. Hapislerdeki güzel yüzlü kadınların çarşafta kalan, akamayan gözyaşları; onlar da çıkamazdı, ne yazın ne kışın... Gözlerdeki yaşlar bile değilken özgür, nasıl taşırdı rüzgar, yaşları; kim bilir, kimler görür? Güneşin gözleri, güneşin elleri; kadınların tiksindiği, fakat görülemez, kadınların duyguları görülemez, nasıl görünsün ki hepsi çarşafların altında sarıp sarmalanmış hâldeyken.
Sevemezdi kadınlar, göremezlerdi ki karanlıktan; nasıl sevsinler? Ve bilemezlerdi de. Güneş bile karanlıkken; nasıl okuyabilirlerdi, rüzgarı anlatan hikayeleri. Kitapların bile rüzgarda sayfaları uçamazken özgürce, nasıl uçardı çarşaflar gözlerden? Ve nasıl görürdü kadınlar; güneşin karanlığı yüzünden, yıllarca kör kalmışken? Veyahut nasıl alışırdı kara gözler aydınlığa, rüzgar bile karanlık eserken onlara? Ve hiçbiri, daha düşünemeyecek denli küçük olanları bile, açamazken gözlerini esen inatçı rüzgara karşı; nasıl açacaktı, böyle yıllarını geçirmiş olan kadınlar? Peki ya kız çocukları? Nasıl olurdu da, daha oyuncak bebeklerinin rengini bile görememişken; dokunamamışken oyuncaklarının ipekten saçlarına, minicik parmaklarıyla. O parmaklar nasıl tanıyacaktı rüzgarı, sadece bilirken karanlığı, güneşin yaydığı? Nasıl anlayacaklardı, nasıl ayıracaklardı; göğün mavisini, denizden; kumun turuncusunu, günbatımından... Nasıl anlayacaklardı; geceleri kumu örten siyah çarşafla, üstlerine doğdukları an geçirilen güneş çarşafının farkını. Güneş bu denli gökte, bu denli sıcakken, nasıl hissederlerdi soğuk inatçı rüzgarı, güneş çarşafının altından?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yitip Gitmiş Yazılar
Short StoryBu hikaye rastgele konulardan oluşan, birbirinden bağımsız yazılardan oluşmaktadır. Bir nevi yazılarımı topladığım bir not defteri gibidir de diyebiliriz. O yüzden size uygun gelmeyen konulardan oluşuyor olabilir, dikkate alarak okuyunuz...