Kasım ayının sonu, beraberinde uzun bir kışı getirirken, part time çalıştığım kafeyi kapatıp çıktığımda soğuk yüzüme oldukça sert bir şekilde çarpmıştı. Kışı severdim, sıcak çikolata içmeyi, karın üzerinde adımladıkça botlarımdan çıkan tok sesi, bere ve atkıları.
Sokaklar bomboştu, gece yarısını çoktan geçmişti saat. Havanın bir hayli de soğuk olması zaten sokakların ıssızlığını açıklamaya yetecek bir sebepti. Gecenin karanlığında önümü görmemi sağlayan şey ay ışığı ve bir korku filmindeymiş misali yanıp sönen sokak lambalarıydı.
Evimin olduğu sokağa dönmeden hemen önce durdum, cebimden sigaramı çıkararak bir dalı soğuktan kurumuş dudaklarımın arasına koydum, daha sonra da çakmağımı çakarak sigaramı yaktım. Hava o kadar soğuktu ki, küçücük turuncu alevin sıcağını bütün yüzümde hissedebilmiştim. Önümdeki binanın dibine çömeldim ve sessizce sigaramı içtim.
Son nefesi çekiyorken gözlerimi yakan dumanından dolayı gözlerimi kapattığımda, kafama çarpan bir şeyle ağzımdan şaşkın bir nida çıktı ve hızlıca ayağı kalkıp kafamı kaldırarak düştüğü yere baktım.
İki katlı evin balkonunda gözlerinin rengini yanıp sönmeye devam eden sokak lambalarından dolayı seçemediğim, ay ışığını kıskandıracak derecede güzellikle parlayan bembeyaz saçlı, yapılı ve uzun vücuduyla balkon demirlerine dirseklerini yaslamış bir adam bana bakıyordu.
Büyük ellerinden birisini kaldırarak kafasının arkasına götürdüğü sırada düz olan ifadesi sırıtmaya dönüşmüştü.
"Kusura bakma, orada olduğunu bilmiyordum."
Kafamı çevirmeden gözlerimle attığı şeye baktım, sönmüş bir izmaritti.
Eşsiz bir sesi vardı. En sevdiğiniz şarkının nakaratı kadar yumuşak, fakat aynı zamanda sinir bozucu derecede irite ediciydi. İçinizde garip hisler oluşturuyordu ve bu gariplik kesinlikle iyi bakımdan değildi.
"Önemli değil." diye çekinerek mırıldandım ve sokağı dönerek evime doğru adımladım. Köşeyi dönene kadar, rengi olmayan keskin bakışlarını sırtımda hissettiğime yemin edebilirdim.
Sessizce eve girdim, botlarımı ayakkabılığa, montumu ve atkımı da portmantoya astıktan sonra sessizce oturma odasına girdim. Televizyonun ışığı, kapkaranlık odada gözümün önünü birden aydınlattığında, görüşümü kazanmam saliseler sürdü. Gözümü kapattığım o salisede göreceğim görüntü çoktan hafızama kazınmıştı lakin gözümü açmayı reddediyordum.
Görmezden mi gelseydim, odasına mı götürseydim?
Bir iç çektim ve zayıflamış fakat hala oldukça yapılı olan bedenini kolunu omzuma atarak odasına kadar taşıdım. İlk zamanlarda biraz zorlansam da, zaman her şeye alıştırıyordu insanı.
Yatağına yatırdım ve üzerini örttüm. Baş ucundaki gece lambasının aydınlattığı yüzünü bir müddet izledim. Arkamı dönüp gidecekken kolumun tamamını rahatça kavrayan eliyle kafamı ona çevirdim. Arkam hala ona dönüktü.
"Fushigiro, lütfen gitme."
Toji Fushigiro, beni hayatımda ilk kez afallatmıştı. Bu senaryoyu yüzlerce kez yaşamamıza rağmen bu cümleyi ilk defa duyuşum muydu beni dumura uğratan, yoksa uzun zamandır onun adını duymamış olmak mı?
Dolan gözlerimle kolumu sertçe kendime çekerek elinin boşluğa düşmesini sağladım. Çatılan kaşları gevşeyerek düzleşti ve dudakları bir çizgi halini aldı. Ben ise sadece acıyla kıstığım gözlerimle izliyordum. Midemin bulandığını hissettim.
Bana Fushigiro demişti.
Bana onu hatırlattığı için asla Fushigiro demezdi.
O gittiğinden beri bu evde Fushigiro soy adının zikredilmesi yasaktı.
Sessiz olan fakat vücudum üzerindeki etkisi gittikçe artan hıçkırıklarımla elimi ağzıma kapattım. Sarsılan omuzlarım ve titreyen bedenimi zorla hareket ettirebildim ve yere oturarak sırtımı yatağa yasladım. Kafamı geriye yasladım ve derin bir iç çektim.
Dağılmış babasını toplamak, 17 yaşındaki bir kız çocuğu için oldukça zordu. Ve onları terk eden annesine tıpa tıp benziyor olmak da öyle.
!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
Oldukça canımı acıtan bir ağrıyla uyandığımda, çatmış olduğum kaşlarımı düz bir çizgi haline getirerek gevşettim. Sırtım çok fena tutulmuştu. Direğin turuncu ışıkları, yarısı çekili güneşliğin kenarından sızarak gözlerime vuruyordu.
Ağrıyan sırtımı ve bacaklarımı umursamadan uyuyakaldığım yerden kalktım ve uyuyan babamı uyandırmamaya çalışarak odadan çıktım.
Biraz kendime gelmek adına elimi yüzümü yıkadıktan sonra, portmantoda bıraktığım montumun cebindeki sigarayla çakmağımı aldım ve mutfağa geçtim.
Sigaramı yaktım ve ısıtıcıya su koyduktan sonra çekmeceden aldığım granül kahve paketini açarak kupama boşalttım. Bu işleri yaparken ucunda oldukça kül birikmiş sigaramdan bir nefes daha çekip küllerini küllüğe silkeledim. Kahvemi hazırlayana kadar zaten bitirmiştim bile.
Kahvemi alarak balkona çıktım. Şimdi direk ışıkları sönmüş, gökyüzü lacivert ile mavi arası bir renge bürünmüştü. Bir sigara daha yakarken, gözlerimi gökyüzünden ayırmadım.
Gökyüzünü oldum olası sevmiştim. Maviyi seviyorum desem daha doğru olurdu belki de. Denizi, gökyüzünü, okyanus rengi gözleri, ve mavi olan birçok şeyi.
Acı kahvemi büyük yudumlarla bitirirken, güneş gittikçe yükselmeye başlıyordu. Geceleyin yağmış olan yağmurun ıslak toprakta bıraktığı koku, sanki hayatı daha yaşanılabilir kılacak gibi kokuyordu. Temiz havayı içime çektim ve içeri geçtim.
Oldukça erken uyandığımdan epey zamanım vardı. Duşumu alıp okul üniformamı ve formamın üzerine de gök mavisi kalın sweatimi geçirdiğimde hazırdım. Çalışma masamın üzerindeki çantamı da omuzuma attım ve önce odamdan, sonra da evden kendimi dışarı attım.
Ellerim sweatimin cebinde, yavaş yavaş sadece buz gibi lakin oldukça sakin bir rüzgarın estiği, işe giden insanlardan başka kimsenin olmadığı sokakları teker teker aşarak İtadori'nin evinin önüne vardım. Her zamanki sıcak gülümsemesiyle beni karşıladı, ben de zorlansam da bir gülümseme verdim ona. Onunkinin yanında biraz sönük kalsa da, bunu problem etmiyor gibi görünüyordu.
Havanın ne kadar ferahlatıcı lakin aynı zamanda ne kadar soğuk olduğu, bugünkü derslerin biraz can sıkıcı geçeceği, benim mavi sevgim ve yeni gelecek edebiyat hocası hakkında konuştuğumuz 20 dakikalık yolumuz bitmiş ve Tsuki'yi her sabah aldığımız otobüs durağının önünde durmuştuk.
Cebimden paketimi çıkarmadan yalnız bir dal sigara çıkardım. İtadori daha günün yeni başladığını ve şimdiden başlamamam gerektiğini anlatmaya çalışırken, umrumda olan şey daha çok şiddetini arttırmış rüzgar yüzünden yakamadığım sigaramı yakabilmekti. Hala uğraşıyorken, İtadori'nin susmasıyla rahatlayacaktım ki sigaramın ucuna tutulan sigarayla kaşlarım çatıldı. Sigarasını benim sigaramı yakmak için ucuna iyice bastırdı ve geri çekildi, teşekkür etmek için kafamı kaldırdığımda görüş açıma giren beyaz saçlar beni şaşırtırken, o çoktan bizi geride bırakıp yürümeye başlamıştı bile.
Bu oydu.
Fakat gözlerini yine görememiştim.
İtadori ağzını açamadan Tsuki'nin otobüsü gelmiş, beraber okula doğru adımlamaya başlamıştık.
Bu adam kimdi hiçbir fikrim yoktu, belki de evrenin garip bir tesadüfüydü ama hayatımda hiç kimseyi bu kadar merak etmemiştim. Sanki içimde bir şeyler kıpırdamıştı.
Boyu kaçtı mesela, benim aksime oldukça uzun ve yapılı görünüyordu. Veya hangi marka sigara içiyordu, ne tür kahve seviyordu?
En çok merak ettiğim ise, gözleri hangi renkti?
Ve neden bir şekilde yakında cevabını öğrenebilirmişim gibi hissediyordum?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ocean Eyes
FanfictionŞimdi direk ışıkları sönmüş, gökyüzü lacivert ile mavi arası bir renge bürünmüştü. Bir sigara daha yakarken, gözlerimi gökyüzünden ayırmadım. Gökyüzünü oldum olası sevmiştim. Maviyi seviyorum desem daha doğru olurdu belki de. Denizi, gökyüzünü, oky...