"Ve seni, benim hayatıma uğratan kaderin de vardır bir bildiği."
∞
Bardayım, içkimi yudumluyorum. Gözlerim kapanmak üzere sanki, bedenimde büyük bir yorgunluk var. Ruhumun yorulduğu kadar yorgun değil, en azından ayakta durabiliyor. En azından bunu yapabiliyor.
İç çekiyorum yetmeyen nefesime, bencillik olur mu bilmem ama nefes almak biraz olsun yaşadığımı hissettiriyor ama asla o açlığımı dindiremiyor. Bir süre sonra aldığım nefesler bile ölüyormuşum gibi hissettiriyor, kaçamıyorum. Gözlerim kapalı zehir dolu şişeyi kafama dikiyorum, ikinci şişem bitiyor böylece. Yorgunum. Her anlamda yorgunum hem de.
Yanıma iki sarhoş beden geliyor, öpüşüyorlar önümde. Islak sesler ve sahte sevgi sözleri rahatsız ediyor beni. Yüzümü buruşturuyor ve kalkıyorum hızla yerimden. Görmek istemiyorum birilerini. Bu yüzden içiyorum ya, ne birini görmek ne de hatırlamak istiyorum. Sadece yaşamak istiyorum. Ama yaşadığımı hissettirecek o şeyi bulamıyorum. Belki buldum de kaybettim, belki bulacağım ya da hiç bulamadan ölü ruhum bedenime işleyecek bir bir kendini; aç bir kurt gibi yiyip bitirecek "ben"i.
Gündüzleri yarı zamanlı işlerde çalışan, geceleri ise içen bir sarhoştan başkası değilim ben. Bir başkasıyım, kendimi kaybettim çünkü. Öylece akıp giden bir akıntıdaydım, kontrolümü uzun zaman önce kaybettim ya da hiç kontrol bende olmadı, bilmiyorum. Sadece sürükleniyorum bu ölümcül akıntıda. Yakalamak istediğim bir şey var mı onu dahi bilmiyorum, karşıma çeşit çeşit insanlar çeşit çeşit fırsatlar çıkıyor lakin ben bunları değerlendirecek gücü kendimde bulamıyorum.
Beni kurtaracak kimse yok. Ben de yokum, varlığım değil yokluğumu hissediyorum. Yokmuşum, yok olmuşum. Kendimi bile kurtaramadığım bu bataklıkta kim kurtaracaktı beni? Kim tutacaktı ellerimden, tutsa da bırakmayacak biri var mıydı ellerimi? Gözlerime bakıp "Seni bırakmayacağım" diyen biri olacak mıydı ki? Var mıydı öyle bir melek? Yoktu. Kimse yoktu, yalnızdım. Bedenim ve ruhumla, her şeyimle yalnızdım ben. Kendimi bile terketmiş, kendimle hiç tanışmamış biriydim ve diğerleri gibiydim kendime karşı. Tanımak istemedim hiç bu yorgunluğu sonbaharın ortalarında ağaca tutunmaya çalışan küçük, sapsarı bir yaprak gibi olan ruhu. Tutunamayan o ruhu hiç merak etmedim, onu ve barındığı zavallı vücudu hiç merak etmedim; diğerleri gibi.
Ben, Lee Minho, kimsesiz sarhoşun tekiyim. Biraz deli, biraz da sevimsizim. Ne severim ne de sevilirim. Ben sanatçı ruhunu yitirmiş, eli ne fırça ne de kalem tutan bir ressam gibiyim.
Hafif dengesiz ve sarsak adımlarım ufak bir sahnenin önünde duruyor. Sahne bir çizgi filmden çıkmış gibi, parlıyor güzelce. Ben buradayım, diyerek haykırıyor. Gözlerim etrafta geziniyor sakince, boş olduğunu görüyorum bu renkli sahnenin önünün. Bir sandalye çekiyorum. Vücudumu gereksiz bir eşya gibi bırakıyorum bir zamanlar hayat veren ağacın öldürülerek yapıldığı sandalyeye. Umurumda olmuyor. Ne yapabilirim ki, göz yummaktan başka?
Orada ne kadar bekledim bilmiyorum ama bir süreden sonra sahnenin önü dolmaya başlıyor, insanlar diziliyor yan yana, sadece sahneye açılan küçük kapıdaya yönelmiş oluyor her birinin gözleri. Ezberlediğim karolarda gezdiriyorum bakışlarımı, hafızamı yokluyorum. Bakışlarım o kapıya hiç varmıyor, başım kalkmıyor bile. Sarhoş bedenimin yorgunluğu güz kapaklarıma ve tüm vücuduma da işliyor nihayetinde, kalkamıyor istesede.
Bir süre sonra kapı açılıyor seslice, dikkat çekiyor, herkes birbirini itmeye başlıyor. Daha da öne gelmek için çırpınanlar oluyor, çığlık atanlar da oluyor ertesi gününde boğazının acımasını hiç sayarak. Oradan defolup gitmek istesem de kıpırdamıyorum. Duruyorum sadece olduğum yerde. Çivi gibi çakılıyım yerime, olacakları bekliyorum umursamaz ve bir o kadar da meraklı bir şekilde. Kendimle çelişiyorum sadece.