4. TEKEL
Amerikan halkına yutturulmak istenen en büyük yalanlardan biri de, ekonomik sistemimizin, "hür özel teşebbüs" olduğu iddiasıdır.
Bu, doğru değildir. Ekonomik sistemimizin yalnız bir kısmı, rekabetçi, serbest ve bireycidir. Geri kalanı .ve çok dada önemli kısmı. tam tersidir: tekelleştirilmiş, denetim altına alınmış ve kolektivisttir.
Rekabet, teoriye göre, güzel bir şeydi. Ama kapitalistler, uygulamanın, teoriye uygun düşmediğini gördüler. Rekabetin kârı azalttığım, birleşmenin ise kârı artırdığını gördüler. Amaçları kâr olduğuna göre, rekabete ne gerek vardı? Birleşmek, onların açısından, çok daha iyiydi.
Ve birleştiler de: petrolde, şekerde, viskide, demirde, çelikte, kömürde ve daha bir sürü metalarda.
"Serbest rekabet teşebbüsü’’nün sonu, daha 1875 yılında görünmüştü. 1888 yılında tröstler ile tekeller, Amerikan ekonomik hayatını öylesine kıskıvrak bağlamışlardı ki, başkan Grover Cleveland, Kongreye, bir uyarıda bulunmak gereğini duymuştu: "Biraraya gelmiş sermayenin başarısına bir göz atarsak, tröstlerin, birleşmelerin ve tekellerin varlıklarını keşfederiz, oysa vatandaş çok daha gerilerde çabalayıp durmakta, ya da demir bir ökçenin altında öldüresiye ezilmektedir. Yasaların sıkı denetimi altında ve halkın hizmetinde bulunması gereken şirketler, hızla halkın efendisi haline gelmektedir."
Sanayi ve banka sermayesinin birleşmesi yoluyla, bazı şirketler öylesine büyüyebilmişlerdir ki, bazı sanayi kollarında, bugün, bir avuç firma, toplam üretimin yarısından fazlasını veya neredeyse hepsini üretmektedir. Bu sanayilerde, "geleneksel serbest rekabet teşebbüsüne dayanan Amerikan sistemi" artık elbette mevcut değildir. Onun yerini, ekonomik gücün birkaç elde yoğunlaşması, yani tekel almıştır.
Burada, Temsilciler Meclisi Küçük Ticaret ve Sanayi Komitesinin 1946 tarihli ve Ekonomik Yoğunlaşmaya ve Tekelciliğe Karsı Birleşik Devletlerbaşlıklı raporundan bazı belirli örnekler verelim:
General Motors, Chrysler ve Ford, birlikte, Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan her on otomobilden dokuzunu üretirler.
1934’te dört büyük tütün şirketi .American Tobacco Company, R. J. Reynolds, Liggett & Myers ve P. Lorillard. üretilen "sigaraların yüzde 84’ünü, içilen tütünün yüzde 74’ünü, çiğnenen tütünün yüzde 70’ini işlemişlerdir".
Dört büyük lastik şirketi Goodyear, Firestone, U. S. Rubber ve Goodrich aşağı yukarı "lastik sanayiinin toplam net satışlarının yüzde 93’ünü" yapmışlardır.
Savaştan önce, sabun sanayiinin en büyük üç şirketi .Proctor & Gamble, Lever Bros., ve Colgate-Palmolive Peet Co.. bu iş alanının yüzde 80’ini denetimleri altında bulundurmuşlardır: Öteki yüzde on başka üç şirket tarafından sağlanmış ve geri kalan yüzde on ise yaklaşık olarak 1.200 sabun imalâtçısı arasında paylaşılmıştır.
İki Şirket -Libby-Owen-Ford ve Pittsburgh Plate Glass Co.- birlikte ülkedeki toplam düz camların yüzde 95’ini yapmaktadırlar.
The United States Shoe Machinery Co., Amerika’daki toplam ayakkabı makinesi sanayiinin yüzde 95’inden fazlasını denetimi altına almıştır.
Bu kadar geniş bir egemenliğe sahip bulunan tekelci kapitalistlerin,fiyatları diledikleri gibi saptamak durumunda olduklarını görmek güç değildir. Ve böyle yapıyorlar. Fiyatları, en fazla kârı elde edecek noktada saptıyorlar. Bunu, ya kendi aralarında anlaşarak yapıyorlar, veya en güçlü şirket, fiyatı ilân ediyor, ötekiler de "kaptanı izle" oyununa katılıyorlar. Bir de sık sık olduğu gibi, temel patentleri denetimleri altında bulunduruyorlar ve gerekli üretim lisanslarını, ancak kendi çizgilerinde gitmeyi kabul edenlere veriyorlar.
Tekel, tekelcilere amaçlarını gerçekleştirmek, yani çok büyük kârlar sağlamak olanağını hazırlıyor. Rekabetçi sanayiler, iyi zamanlarda kâr eder, kötü zamanlarda açık verir. Ama tekelci sanayiler için izlenen model farklıdır: iyi zamanlarda muazzam kârlar sağlarlar, kötü zamanlarda ise bir miktar kâr ederler.
Tekelci güçlere ve kârlara karşı hareket, 19. yüzyılın son çeyreğinde başlamış, 20. yüzyıla kadar devam etmiştir. Ne var ki, "büyüyen belâ" hakkında çok laf edildiği halde pek az şey yapılmıştır. Federal Ticaret Komisyonu ile Adalet Bakanlığının tröstlere karsı kurulan şubesine, bir şeyler yapmak niyetinde oldukları zamanlarda bile, görevlerini yerine getirmeleri için, ne ödenek verilmiştir, ne de personel.
Aslına bakılırsa bu konuda pek bir şey de yapılamazdı. 1911 yılında Standard Oil Company "dağıldığında", J. P. Morgan’ın şu yerinde yorumu yaptığı bildirildi: "Hiç bir yasa, insanı, kendisi ile rekabete zorlayamaz." Sonraki olaylar, Bay Morgan’ın haklı olduğunu gösterdi. 1935’te: Birleşik Devletler’deki bütün şirketlerin binde-biri, bütün bu şirketlerin toplam varlıklarının yüzde 52’sine sahipti.
Bütün şirketlerin binde-biri, bunların net gelirinin yüzde 50’sini elde etti.
Bütün imalâtçı şirketlerin’ yüzde dördünden azı, bütün bunların net kârlarının yüzde 84’ünü kazandı.
"Yoksulu daha yoksul, zengini daha zengin yapmak için bundan daha yetkin bir mekanizma zor bulunurdu."
İşte TNEC raporunda tekel için söylenen sözler bunlardır.
Raporda, tekelin, işçiler, hammadde üreticileri, tüketiciler ve hisse senedi sahipleri üzerindeki etkileri, kanıt olarak verilmektedir. işçiler daha da yoksullaştılar, çünkü "tekelciler, işçilere, üretkenliklerine eşit bir ücret ödemiyor lardı".
Hammadde üreticileri (örneğin çiftçiler), "tekelcilerin, bazan ödedikleri düşük fiyatlar" yüzünden daha da yoksullaştılar.
Tüketiciler, "tekelcilerin koydukları yüksek fiyatlar yüzünden" daha da yoksullaştılar. Öte yandan ise hisse senedi sahipleri, "tekelcilerin bu şekilde elde ettikleri gereğinden fazla yüksek kârlar"dan dolayı, daha da zengin oldular.
Ne zaman kudret ve servetin birkaç elde tehlikeli bir biçimde toplandığı öne sürülse, Büyük İs Çevrelerinin savunucuları, manzaranın çizildiği kadar karanlık olmadığını öne sürerler. Bunlar, kârların gereksiz şekilde yüksek olması halinde bile, bu kârların, küçük bir gruba değil, milyonlarca insana dağıtıldığını savunurlar. Bunlar, hisse senetlerinin geniş bir kitleye dağıtıldığını ve dev tekelci şirketlerin hisse senetlerinin, yalnız Bay Kodamanda değil, Tom’da, Dick’te, Harry’de ve milyonlarca başka küçük insanlarda bulunduğunu ileri sürerler. Bu, akla yatkın bir kanıttır ve pek çok kişiyi aldatır.
Ancak, Amerikan sanayiine "halkın" sahip olduğu savı, boş laftır. Herhangi bir şirkette, hisse senedi sahiplerinin sayısı büyük olabilir. Ama bu, önemli değildir. Asıl önemli olan kaç kişinin ne kadar hisse senedine sahip olduğudur. Ve gene önemli olan, kârın ortaklar arasında nasıl bölüşüldüğüdür. Bu rakamları gördüğümüzde, bir bütün olarak "halkın" Amerikan sanayiinde mikroskobik bir hisseye sahip olduğu anlaşılır; oysa bir avuç Kodaman onun büyük bir kısmına sahiptir, korkunç kârları cebe indirmektedir.
Bu konu ile ilgili en etkili ve en kolay anlaşılır rakamlar, Başkan Roosevelt tarafından 1938’de Kongreye verilenlerdir:
"1929 yılı hisse senetlerinin dağılımı bakımından örnek bir yıl oldu. Ama aynı yılda nüfusumuzun binde-üçü, bireylerce bildirilen temettülerin yüzde 78’ini aldılar. Bu, aşağı yukarı şu demektir ki, nüfusumuzun her 300 kişisinden birisi, şirket kârlarının her dolarından 78 sentini aldığı halde, geri kalan 299 kişi, öteki 22 senti aralarında paylaşmaktadırlar."1
Gerçek manzara Kongreye 1941 yılında senatör O’Mahoney tarafından sunulan Geçici Ulusal Ekonomi Komitesinin (TNEC) nihaî raporu ve tavsiyelerinde çizildiği şekildedir: "Biliyoruz ki, ülkenin servet ve gelirlerinin çoğu, birkaç büyük şirketin elindedir; bu şirketler ise, son derece az sayıda insanın malıdır ve bunların çalışmalarından doğan kârlar çok küçük bir gruba gitmektedir."
OY VEREBİLİR MİSİNİZ?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sosyalizmin Alfabesi
Non-FictionAmerikalıların çoğunun sosyalizm konusunda bildikleri tek şey, ondan hoşlanmadıklarıdır. Onlar, sosyalizmin, ya uygulanamaz olduğu için gülünç, ya da şeytan işi olduğu için korkulacak bir şey olduğuna inandırılmışlardır. Bu, kaygı verici bir durumdu...