1. Bölüm- Beni Sen Çağırdın!

113 7 26
                                    


Nehir Aksel.. bana verilen isim buydu. Bana soracak olsanız kendimi tanımlamak için başka kelimeler kullanırdım ama ailem yani annem olma sıfatıyla bana bu ismi hak gören Füsun Aksel ve babam olması nedeniyle Hakan Aksel kızları için bu kadarını yeterli bulmuştu. Kelimelerle aram iyi değildi, hiç iyi olmamıştı ama onlar bile bana karşı ailemden daha insaflı olurdu şüphesiz.
Küçük bir kız değildim, 22 yaşında genç bir kadındım ancak aynaya her baktığımda gördüğüm bedenim bana aksini söylüyordu. Sorun bedenim değildi, herkes kadar normaldim.. hatta okuduğum kitaplara, izlediğim filmlere ve küçücük odamda kulaklığımı takıp melodisine kapıldığım birçok şarkının anlattığı kadarıyla güzel bile sayılabilirdim ama bir şey vardı işte..
Bir eksiklik.
Bir karanlık.
Bir boşluk.
Bir lanet.
Küçüklüğümden beri yanmaktan çok korkarım, gözlerimi kapattığımda, göz kapaklarımın ardında, bilincimin içinde bir an var.
Bir çığlık.. bir çocuk çığlığı. Küçük bir oda. Odanın içinde birkaç kitap.. Dorian Gray'in portresi.. gözlerim hatıralardan sıyrılıp ana döndü.
Görüyorum.
Odamın içindeki kütüphaneneye çevirdiğim sayısız kitabın içinden seçti o kitabı. İlerleyerek elime aldım. Sayfalarının arasında gezinirken altı çizili tek satırın üstüne koydum kısa tırnaklı cılız parmaklarımı ve yeşil gözlerimin içinde alevler büyürken parmağımla takip ederek okudum o satırı.
"Bu gece günceme yazacağım.
Neyi?
Ateşten eli yanan çocuğun ateşi sevdiğini."
Hissediyorum.
Evet, o çocuğu hissediyorum. Yaşadığı yangını hissediyorum, sanki o anda onunla berabermişim gibi. Sanki bir kitap karakteriymişim gibi. Sanki bir kahramanmışım gibi. Oysa değildim.. ben zavallı, hasta, ucube bir yaratıktan başka bir şey değildim. Benim ölmem, öldürülmem, yok edilmem gerekiyordu. Titreyen ellerimden düşen kitap gürültüyle yeri boyladı. Bedenimde ellerim gibi titreme dalgasına kapıldığı sırada çatı katında bulunan küçük odamda bulunan cam kenarındaki uzun koltuğa ilerledim ve dolan gözlerimle beraber ağlamamak için sıktığım dişlerimle başımın altındaki yastığa gömüldüm. Bakışlarım şimdi tavanda yer alan cam nedeniyle gökyüzüne asılmıştı. Bu metaforik açıdan bakılırsa tüyler ürperticiydi, bana kendimi bir tabutun içine girmişim gibi hissettirmişti.
Aylardan Aralık'tı. Kar yağıyordu. Pencereme damlayan küçük damlaları izliyordum. Yüzüm, gözlerim alev alevdi.. kalbim, içim yangın yeriydi ancak dışarıda ayaz vardı. Saniyeler içerisinde kardan adama dönmeye sebep olacak kadar keskin bir soğuk şehri etkisi altına almıştı ancak biz iyiydik. Sıcaktı evimiz, güvenliydi. Çatımızın altında soğuktan korunuyorduk. Çatımızın altı soğuktan korunuyordu, keşke tehlikeli olan tek şey hasta edebilmesi yüksek hava durumu olsaydı.. keşke korkmam gereken tek şey dışarıdaki dünya olsaydı. Keşke benim için asıl tehlike resmiyette ailem olan ama hissiyatta yanından geçmeyen o kadın ve o adam olmasaydı..
Küçük çocukların ağlarken çatlayabildiğini ve bu şekilde uzun süre kalırsa ölebileceğini okumuştum bir kitapta.
Ben ne zaman çatlayacağım anneciğim?
Çatlayıp ölme hakkımı bu yaşımda kullanamaz mıyım babacığım?
Biraz is, biraz kül, bir avuç toprak yetmez mi göğüs kafesime kustuğunuz kanı temizlemeye? Alır mı beni; yüzüme vurduğunuz laneti yeter mi temizlemeye?
Duyuyordum.
Kapının ardında, aşağıda muhtemelen salonumuzda, ya da annem ve babamın yatak odasında konuştuğu- daha doğrusu- kavgayı duyuyordum. 22 yıldır, gece gündüz ayırt etmeksizin her an, her gün kulak misafiri olduğum ve her seferinde canımı alan rutin bir kavgaydı. Bunca zaman içinde alışmış olmalıydım belki ama hayır etkisi hep aynıydı.. ağlaya ağlaya çatlama isteğimi körüklüyordu. Öznesi de yüklemi de ben olan bir kavga. Öznesi de yüklemi de sakat bir kıza sahip oldukları için pişmanlık ve acıyla sarf edilmiş sözler ve ağlama krizleriyle dolu saatler. Onları kıskanıyordum. Yeterince çok ağlarlarsa bir gün çatlayıp, benim varlığımdan kurtulabilirlerdi. Evet, aglayarak catlama ihtimallerini kıskanıyordum çünkü benim öyle bir şansım yoktu. Ağlıyordum ama asla çatlayamıyordum ben. Çünkü gözlerimden yaş aksa da sesim çıkmıyordu benim. Çıkamıyordu.
Bağırmıyordum. Doluyordum ama asla taşamıyordum. Belki de adımı Nehir koyduklarında düşünceleri buydu. Dolup dolup taşamadıgı, sesini çıkarıp konuşamadığı, avaz avaz bağıramadıgı için çatlayarak ölüp gitmemi istemişlerdi.. kim bilir. Öte yandan bu imkansızdı çünkü gittiğim sayısız doktora göre benim doğumum sağlıkla gerçekleşmişti. Daha sonradan gelişen bu olay; ne diyorlardı... Dördüncü derece de ses telleri yırtığı... sonradan gelişmişti. Nasıl olduğunu kimse bilmiyordu, doktorlar bulamıyordu. Ailem için olduğu kadar, tıp dünyası için de hayal kırıklığıydım. Gittiğim bütün cerrahlar psikiyatri servisini öneriyordu ancak ailem buna yanaşmıyordu, kusursuz hayal ettikleri kızlarının hem sakat hem deli olma ihtimali onları korkutuyordu sanırım. Bir keresinde babamın şey dediğini duymuştum. "Hakan Aksel'in kızı deli dedirtmem."
Deli olmadığıma eminim babacığım, korkma.
Sakat olmadığıma da emin olmak isterdim ancak senin de hep söylediğin gibi ben sakat bir ucubeyim, haklısın..
Onlar için o kadar büyük bir cezaydım ki hem kendilerini benden vebalıymısım gibi kaçırıyorlar, hem de beni diğer insanlardan saklıyorlardı. Evdeydim, güvende miyim tartışılırdı, ancak özgür olmadığım kesindi. Her sabah evden biri odama gelip kapıyı açana kadar odadan çıkmam, salona inmem yasaktı. Kapıyı kilitledikleri yoktu, sadece kurallarına uymazsam babamın tenimde bıraktığı izler vardı. Acil bir tuvalet ihtiyacı, ya da banyo gereksinimi dışında bahçede gezinemiyor, salona inemiyor, hareket edemiyordum. Yemek saatlerinde ailemle beraber büyük salon masasında yememe izin yoktu. Onlar baş başa yemek yer, gündelik konular hakkında sohbet edip, müziklerini dinleyerek şarap kadehlerini tokuştururken ben evimizde çalışan Şerife teyzenin getirdiği yemek tepsimle odamda yalnız kalırdım. Bazen odamdan gelen gürültüden bile rahatsız oldukları için genelde içime çekilip sessiz yasamayı tercih ediyordum. Daha doğrusu öğrenmiştim ses çıkarmamayı, zor değildi. Ses tellerim gibi varlığımı da delerek yok ettim kendimi. Kolay olmuştu. En iyi bildiğim şeydi zira.. sonuçta ne olacaktı ki? Kim vardı? Sesim yoksa varlığım da yoktu. Konuşamıyorsan yaşamıyordun da. Konuşamayan biriyle ne yapılabilir? Susulabilir. Bir duvarda sizinle susabilir, varlığıma kimsenin ihtiyacı yok. Hatta duvar bazen sizinle konuşadabilir. Duvar benden yetenekli! Vakit geçirdiğim hiç kimse yoktu, bir kedim bile.. telefonumda kimsenin numarası yoktu. Annem ve babam hariç. Onları da genelde aramazdım, konuşamıyordum sonuçta. Benim için telefon da gereksiz bir icattı. Mesaj atardım bazen, genelde bakmazlardı. Baksalar da cevap vermezlerdi. Kendi yaptıkları çocuğu yok sayıyorlardı. Kendi yaptıkları çocuğun böyle olmasını beklemiyorlardı elbette. Bende böyle bir hayatım olacağını bilmiyordum, her şeye rağmen gülümsemeye çalıştığım ve mutsuz da olsam kabullenmediğim bir hayat sürüyordum. Küçük dünyamda mutlu edecek şeylere yöneliyordum, mesela.. gözlerim hevesle onu aradı ve bulduğunda parladı. Çellom.. yerimden fırlayarak ona doğru koştum ve yüzeyinde gezdirdim ellerimi. Başka bir hayatta, sevildiğim ve görülmez olmadığım, kabul gördüğüm bir hayatta en büyük hayalim çellist olmaktı benim. Olmamıştı.. Ailemin bana yaptığı en büyük iyilik, bu çelloyu bana almaktı. Her ne kadar onu çalmaya çalıştığım her an çıkardığım gürültü yüzünden babamın parçalayarak bana ders vermeye niyetlendiği bir sınav haline gelmiş olsa da benim için, o sınavda yaptığım her "kaydırmayla" babamın elinde kalan ben oluyordum zira her sefer siper oluyordum, benim aynı benim gibi dilsiz dostuma. Hiç değilse güzel sesler çıkarıyordu, işini bilen birinin elinde sanat olurdu, benim elimde heder oluyordu. Yine de beni mutlu eden tek şeydi. Eğitimim olmasa da kötü çalmıyordum, nota bilgim vardı. İnternet üzerinden izleyerek geliştirmiştim kendimi.
Konuşamıyordum evet, ama benim de bir yeteneğim vardı.
Güzel değildim evet ama benim de bir varlığım vardı bu dünyada. Keşke olmasaydı.. keşke kürtaj yaptırmak için bu kadar geç olmasaydı anne..
Annemle aram aslında babamla olduğundan biraz daha iyiydi, annem babam kadar nefret etmiyordu benden ama babam tarafından kabul görmeyen varlığımı yok saymak annemin tek çaresiydi çünkü her gece odama gelip keşke doğduğun gün öldürseydim seni diyerek uyuttuğu kızını, sabaha uyanma diyerek terk edip karanlık odasında yalnız bırakan adama çok aşıktı. Annem beni seviyordu ama babama olan aşkı bana duyduğu sevgiden üstündü. Annemin babama duyduğu aşk her şeyden üstündü. Benim zehirimdi.
Bir insan bir diğerini bu kadar sevebilir miydi bilmiyorum, bu korkutucuydu. Güzel ve korkutucu.. bir çocuğun canını sahip olduğum aşk yüzünden yakacaksam hiç aşık olmasam da olurdu. Bunu istemezdim, hayır. Benim istediğim sahip olduğumuz hislerle birbirimizi kurtardığımız bir aşktı.
Hayır, bu da değildi. Aşık olmak istemiyordum. Acı vericiydi, yeterince acı çekiyordum. Üstelik kim beni çekeceği acıya değer bulurdu ki? Hiç kimse. Odamın içine yeniden dolan ailemin sesiyle başımı eğerek kestim iç sesimi. Bir tek ona sahiptim, onu da alıyorlardı benden. Çelloma uzanıp kendime çektim, penceremin önüne oturup bacaklarımın arasına yerleştirdim enstrümanımı. Bir kolumla çelloyu sararak diğer elime almıştım yayımı. Bunu yapmak, öfkelerini bana yönlendirecekti belki ama konuştukça canımı yakıyorlardı. Susmalarını istiyordum. Sırtımda, boynumda ve kollarımda oluşan morluklara yenilerini ekleyebilirdi Hakan Aksel. Sorun değildi. Kelimeler, taştan ya da sopalardan daha çok acıtıyordu. Benim kelimelerim yoktu, adil değildi. Bana saldıracaksa kelimelerini kullanarak yapmasın, ellerini kullansın. Gelsin alsın canımı, bir sıkımlık canım var zaten.. başka da hiçbir şeyim yok. Yok!
Yayı çelloyla buluşturduğum an odaya dolan ezgi beni sakinleştirmişti. Gözlerimi kapattım ve çalmaya devam ettim. Şimdi bir yangının ortasındaydım. Bir çocuk ağlıyor, bir ev yıkılıyor, bir hayat bitiriyordu. Ayaklarımın dibinde cılız bir beden vardı, gözleri yeşil ama hareleri is lekeleriyle kaplı. Sanırım bir kız çocuğuydu, tanıdıktı. Onu tanıyordum ama kim olduğunu çıkaramadım. Yıkılan evin, büyüyen alevlerin tam ortasındaydım, kollarımda çellom, bir elimde yayım, dağılan bir hayatın yanında öylece duruyordum. Sanki bir film sahnesiydi. O küçük kız çocuğunu alıp evden çıkmam gerekiyordu ama asla müziğimi durdurmadım, yaptığım tek şey çaldığım sonatı acıya boğmaktı. Parmaklarım ağrımaya, acımaya, kanamaya başlamıştı ama durmuyordum sadece çalıyordum. Durursam yakalanacaktım, durursam bitecekti sanki. Müzik yavaşladı, ellerim yavaşladı ve alevlerin arasında bir ışık huzmesi oluştu. Bir çift göz daha radarıma girmişti. Alevlerin arasında, kehribar tonuyla parlayan bir çift göz. Bir çığlık daha deldi kulağımı, ve kehribar gözlü küçük oğlanın ayaklarımın dibimde yatan küçük kızın yanına düştüğünü gördüm. Bu son noktaydı. Bu beni durdurmuştu. Çalmayı kesip kilitlenmiş gözlerimle çocukları izlerken dumanlar, alevler, sisler dağıldı. Yanan bir ev yoktu. Bir hayaldi gördüğüm belki bir sanrı ama çok gerçekçiydi. Dahası bu ilk defa olmuyordu ne zaman elimi çelloya atsam aynı şey oluyordu. İki küçük çocuk, o yangın ve ben yalnız kalıyorduk. Bir de benim müziğim.
Odamın kapısı çalındı ve kafamı çevirerek gelecek olanı beklemeye başladım. Şerife Teyze kapıdan içeri başını uzatmıştı. Elinde yine beni tavlayacak olan muzlu süt vardı. Elli yaşında, tonton anaç bir kadındı Şerife Teyze. Bu evde benimle ilgilenen tek kişiydi. Çocuğu yoktu ve yıllardan beri ailemle beraberdi. Onlar için çalışıyordu, bana da onların yapmadığını yapıyor sevgi veriyordu. Kuzum dedi şefkatli tavrıyla. Nasılsın yavrum, yemek yedin mi? Birkaç gündür yoktum, ihmal ettim seni. Kusura bakma dedi pişman tavrıyla. Ona gülümsedim. Keşke daha fazlasını da yapabilseydim ancak sadece gülümseyerek de olsa, onu rahatlatacağımı biliyordum.  Nitekim öyle olmuştu. Hemen bir kâğıt kaptım, genelde yanımda hep kağıt kalem taşırdım. Aç değilim, ama muzlu süte asla hayır demem yazarak kağıdı ona uzattım. Kağıdı okuduktan sonra bardağı bana verdi. Bir elime bardağı alıp, diğeriyle Şerife Teyzenin elini tuttum ve odaya çektim onu. Koltuğuma oturtup, bardağı sehpaya bıraktıktan sonra izin istemeden kucağına kıvrıldım. Bacaklarımı kendime çekip yattığım yerde küçüldüm ve elleri saçlarımda dolanırken gözlerimi kapattım. Bu benim Şerife teyzeyi buldukça yaptığım küçük bir rutindi. Birkaç saniye sürüyordu sadece ancak yetiyordu. Yetmek zorundaydı, zira daha fazlasına hakkım yoktu. Güzel kızım dedi Şerife teyze sıcak sesiyle. Ne yaptın bugün? Basımı kaldırıp ona baktım ve elimle odayı işaret ederek bir çember çizdim. Bu kadarcık mı? Kimse gelmedi mi, çıkarmadılar mı seni diye sordu üzüntüyle. Başımı salladım. Kağıdıma bir satır daha ekledim. "Ama bugün hiç dövülmedim."
-
Hakan Aksel ve Füsun Aksel saatlerdir aynı konuda ama bir türlü çözümlenemeyen bir girdapta bağırışıp duruyordu. Füsun Aksel, Hakan Aksel'in çalışma odasına girmiş ve kızları Nehir hakkında konuşmak istediğini belirtmişti. Kızını seviyordu, kızına üzülüyordu, kızından nefret ediyordu. Kızının hayatı bu şekilde devam edemezdi, bir şeyler yapmak zorundalardı ancak eşi Hakan, kızları Nehir'in varlığını yok saymaya ant içmiş gibiydi. Hiçbir şekilde adını dahi duymaya tahammülü yoktu. Füsun'u geldiği gibi odasından kovmuş ama Füsun vazgeçmemişti. Yapma şunu Hakan dedi odanın kapısını açıp hırsla içeri dalarak. Yıllardır yok sayıyorsun, daha ne kadar buna devam edeceksin? O bizim kızımız. Konuşamıyor tamam, keşke konuşabilse ama konuşamıyor. Ne olmuş yani? Bu çocuk ne günah işledi de yaratıkmış gibi çatı katına hapsettin yıllar boyu dedi ağlayıp feryat ederek. Hapsettim dedi Haktan Aksel kaşlarını kaldırarak. Ben hapsettim öyle mi? Madem bu kadar üzülecektin sen neredeydin yıllardır Füsun? Neden yıllarca her şeye susup, yıllar sonra ansızın karşıma geçip hesap soruyorsun öğrenebilir miyim? Biz ne yaptıysak birlikte yapmadık mı? Bu çocuğu  da birlikte doğurduk biz dedi Füsun bağırarak. Yanılıyorsun Füsun. O senin kızın. Benim öyle bir kızım yok! dedi Hakan sakince. Onu ret mi ediyorsun diye sordu Füsun endişeyle. Gözüme görünmesin yeter, reddettiğim yok. Çatı katında bir odası olduğuna dua etsin, bu evde de hayatımda da yeri yok! Sadece bir fazlalık! O senin de kızın dedi Füsun göz yaşlarıyla beraber hayal kırıklığı içinde. Eşinin söylediklerine inanamıyordu. Nehir'e karşı hiçbir zaman bir baba olmamıştı. Sevmemişti, gözüne battığı her an vurmaktan çekinmemişti. Kendi evinde onu küçücük çatı katına hapsetmişti. Yasaklar koymuştu ama hiç bu kadar ciddi olduğunu düşünmemişti Füsun. Evliliğinin ilk yıllarında, bir takım sıkıntılar yaşamış, tedaviler görmüştü. Çok zor hamile kalmıştı Füsun Aksel. Gittiği doktorların hiçbiri hamile kalmasına ihtimal vermiyordu ancak anne olmayı her şeyden cok istemiş ve sonunda kızına hamile kalmıştı. Tedavilerden 1 yıl 7 ay sonra. Bütün bu sürece Hakan Aksel'in katlanmasının tek sebebi zaten olmayacağını bilmenin ferahlığıydı. Defalarca kez aldırmasını söylemişti, çocuk istemiyordu ancak Füsun'un heyecanı ve mutluluğu onu frenliyor ve belki zamanla severim umuduyla kabullenmişti kızını. Sevmeyi çok istemişti ancak Hakan Aksel gibi cemiyet hayatında yer edinmiş, ünlü iş adamının kızının başına gelen olaylar, onun için kabul edilemezdi. O kızını bir prenses gibi yetiştirip, kızının kusursuzluguyla övünmek isteyen bir adamdı. Oysa şimdi kızına baktığında övüneceği hiçbir şey yoktu. Kızı güzeldi, kabul ediyordu bunu. Yemyeşil gözleri, beyaz teni, küçücük suratı, kahverengi uzun saçları vardı. Minicik ama tatlı bir kız çocuğuydu. Güzel bir kadına evriliyordu, bunu görüyordu babası ancak konuşamıyordu. Bu duyulursa -şimdiye kadar hiç kimse bundan haberdar değildi- zira yıllar önce Füsun'un geçirdiği tedaviler hala konuşuluyordu. Bir kızı olduğunu kimse bilmiyordu. Hakan Aksel, eşi yüzünden yeterince rezil olmuştu, bir de kızı adını lekelerse işin içinden çıkamazdı. Bunun olmasına izin vermeyecekti. Senin yüzünden düştüğüm durumlar yeter Füsun, bir de kızını sarma başıma! Sessiz sakin otursun bir köşede. Aldığı nefese şükretsin! Yeter! Anne kız hayatımı mahvettiniz! Ben seninle bunun için evlenmedim Füsun! Sana aşık olmamın bedeli sakat bir kız oldu! Hak ettiğim bu muydu benim diye bağırdı öfkeyle. Yaşadığı şeyler onun suçu değil dedi Füsun acı içinde. Yaşanan şeyler benim de suçum değildi Hakan, biliyorsun. Beni ilgilendirmez dedi Hakan Aksel acımasız tavrıyla. Birileri bedel ödemek zorunda! İlmek ilmek işlediğim hayatıma girecekseniz, lanetinizi üzerime salmadan yapın bunu! Uğursuzlugunuzu saçmayın etrafa! Ben bu hayata annemin karnında elde etmedim, birilerinin uzattığı ellerini de tutmadım. Her şeyi tek başıma yaptım. Tırnaklarımla, kazıya kazıya. Şimdi görüyorum da iki dakikalık zevk uğruna hayatımı karartmaya değmezmişsin Füsun! Bilseydim bunların olacağını, inan hayatıma almazdım seni. Ama sen diyorsan ki yanında kalmak istiyorum. Öyleyse Nehir ile ilgili bütün kararları benim vermemi kabulleneceksin! Ya da dedi Füsun sevdiği adama hayal kırıklığı içinde bakarken. Ya da, kızını da al ve defol git evimden! İkinizde hayatımın kara lekesisiniz! Acı bir tavırla gülümsedi Füsun Aksel. Ayakta duramadığı fark edince Hakanın masasına tutunarak, tekli deri koltuğa kendini bıraktı Füsun Aksel. Dizlerinin bağının çözüldüğünü hissediyordu. Arkasında bir dağ gibi duran, sıcakkanlı, güvenilir ve sevgi dolu olarak tanıyıp aşık olduğu adamın büründüğü kişiliğe anlam veremiyordu. Ona aşık olduğu yıllarda bambaşka biriydi karşısında duran adam.. geçen yıllar neyi değiştirmişti? Tedavi gördüğü süreçte de aynı şekilde ilgisini, sevgisini hiç esirgememişti. Tek sorun Nehir miydi? Kızı konuşabilseydi, farklı mı olacaktı? Ya da kızı hiç doğmasaydı, düşseydi karnından veya ölseydi karnında daha mı iyi olacaktı? O zaman mutlu mu olacaktı sevdiği bu adam? Tırnaklarınla kazıya bu noktaya geldin öyle mi dedi cılız bir tonda ve başını çevirip sevdiği adamın ela gözlerine baktı. Kısık gözleri, kaşlarının altında görünmez kalsa da küçük ve sıcak gözlere sahipti Hakan Aksel. Evet dedi Hakan kısaca. Bir yandan anlamaz gibi bakıyordu karısına. İnsan olmak daha mı zordu, mevki sahibi olmaktan, kazandığın paradan, iş insanı olmaktan? İnsan olunca dikemiyor muydun, kapına bunca korumayı dedi öfkeyle Füsun. Her şey olmuşsun Hakan, çok güzel yerlere gelmişsin ama insan olmayı beceremedin. Ben yıllardır, bir umut değişir diye bekledim. Şu işi de hallet, o şirketle anlaşma imzala, bu şirketle toplantı yap derken bir gün durup kızına bakarsın sandım ama elde ettiğin hiçbir şey seni iyileştirmedi. Hatta bana kalırsa oldukça hasta etti. Kazandığın her kuruştan sonra, kutlamayı onun tenini rengarenk boyayarak yapmak zorunda mıydın? Keşke doğduğu gün öldürseydim diye konuştu Hakan. Keşke kaçak oynamak yerine bir gün olsun kızının arkasında durup ona siper olsaydın, belki bunca şeyi tek başına yaşamazdı. Ama sen o kadar korkaksın ki, karşıma geçip insanlık dersi verdiğini zannederek boş laf yapıyorsun! Böyle mi temizliyorsun sen kendi vicdanını? Bu şekilde mi iyi insan oluyorsun sen? Sana o çocuğu sevme diye bir emir vermedim, o çocuğu sen istedin! Sen doğurdun! Babası yok tamam, annesi neden yok peki? Niye kızına yaklaşmaya çalışmak yerine her defasında benim yanımda yer alıyorsun Füsun? Senin yapmadığın anneliği neden yıllarca Şerife yaptı? Kendi günahlarını bana paslayarak vicdan azabından sıyrılmaya çalışma! Bir yanlış varsa, bir günah.. önce kendine kes cezayı! Kes! Sonra gel beni eleştir, belki o zaman seni dinlerim! Haklısın dedi Füsun ağır ağır. Haklısın ben Nehir'e hak ettiği sevgiyi veremedim. Sevemedim kızımı ama onun yüzünden değil. Konuşamıyor diye değil! Hasta diye değil! Senin yüzünden! Senin yüzünden diye avaz avaz çığlık attı göğüs kafesinde hissettiği ezilmeyle. Ben seni sevmekle o kadar meşguldüm ki, kızıma verecek sevgim kalmadı. Seni o kadar seviyordum ki, kızımızı birlikte seveceğiz sanmıştım. Yalnız kaldım, beni onunla yalnız bıraktın! Gördüğüm kadarıyla onunla yalnız kalmak seni de benim kadar mutsuz ediyor dedi Hakan Aksel tespit yapar gibi. Diyelim öyle, ne olacak? Ne yapacaksın? Hiçbir şey dedi Hakan. Bu senin sorunun Füsun. Biz seninle bu ugursuz kızı doğurduğun gün ayrıldık. Şimdi bir karar ver, ya ben ve benimle yaşadığın bu lüks hayat. Ya da o ve onunla seni bekleyen zavallı, ucube hayatın. Çünkü bu aile tablosu olayına daha fazla katlanmak istemiyorum. Düşün, taşın. Kararını ver. Sana akşama kadar süre veriyorum. Akşam elimde mahkeme kağıdı ile gelmiş olacağımı belirtmek isterim. Boşandığımız taktirde ikinizde hayatımdan çıkacaksınız ve benden tek kuruş koparamayacaksınız? Boşanmak dedi Füsun. Bu imajına zarar vermez mi diye sordu. Sizin kadar vermeyecektir diye cevaplayarak kapıya yürüdü Hakan. Evlilik yürütememiş olmak, ayıp değil! Günah değil sonuçta diye ekledi umursamaz bir tavırla. Hasta olmak mı günah olan diye sordu Füsun. Doğmak dedi kısık sesiyle Hakan. Hasta olmak değil, hasta doğmak. Günahı bu Füsun. Benim günahım ne peki dedi Füsun kısa bir sessizlikten sonra. Ben seninle evlendiğimde benim sorunlarımı biliyordun, saklanmadım senden. Bu ortaya çıktığında bana şimdi verdiğin tepkileri vermedin, şimdi neden beni cezalandırıyorsun? Ne istiyorsun dedi Hakan durup karısına dönerek. Sen ne istiyorsun Hakan. Soru bu. Eğer istediğin Nehir'i yönetmek,  hakkında kararlar almaksa tamam yap! Ama beni sensiz bırakma, yalvarırım dedi dizlerine kadar titreyerek. İkilinin arasında bir bakışma geçti.. sessiz bir bakışma. Nehir'in kıyametini yazmak için yapılmış sessiz bir anlaşma.
-
Şerife Teyze benimle geçirdiği birkaç dakikanın ardından işinin başına dönmüş, beni odamda yalnız bırakmıştı. Ailemin sesleri kesilmişti, kavga etmeyi bırakmışlardı. Bu iyiydi. Genelde edilen her kavgadan sonra babam hızını alamayıp odama dalar ve beni hırpalardı ancak öyle bir şey olmamıştı. Yatağımda oturmuş, çıplak ayaklarımı yataktan aşağı sallayarak neredeyse keyifli bir ruh haliyle muzlu sütümü yudumluyordum. Üst dudağıma bulaşan sütü yalayıp temizleyerek, karşımda duran aynaya 32 diş sırıttım. Uzanıp aynaya dokunduğum sırada, dokunmak istediğim şey aslında sus çizgimin tam üstüydü. Birkaç saniyenin ardından aynaya bastırarak büyük bir güç harcadığımı fark etmiştim. Bunu yaparken kontrol bende değildi, içimde bir şey beni bunu yapmam için tetikliyordu sanki. Parmağımın acıdığını hissederek aynadan çektim ancak bu sefer de avucum kapanmıştı aynaya. Elimin izi aynada yer bulurken dalgın gözlerle aynaya tek kelime yazdım.
"Toprak."
Olmak istediğim şeyin adıydı.
Beni kabul edecek sıcak kolların sahibinin adıydı.
Ugursuz bir yaratık olduğumu hissettirmeden beni içine çekecek, ve hapsedecekti.
Toprak, beni kurtaracak olan kahramandı.
Ayaklarımı bastığım toprak, parmak uçlarına bulanan çamurla yüzüme, gözlerime sinecek ve beni var edecekti. Dizlerimin üstüne çöküp gözlerimi yumdum ve elim zemine dokundu. Dışarı çıkacak özgürlüğüm olsaydı, elimin altında toprak olacaktı ve ben onu, beni tanısın diye yüzüme sürecek ve yalvaracaktım beni alsın diye. Ama toprak duyardı beni, hissederdi varlığımı. Gelirdi yanıma. Değil mi?
Yanağım ahşap zemini bulurken, keskin yüzeyin suratımı kestiğini hissettim. Yüzümü buruştursam da ağlamamak için direnerek bir nefes aldım ve gözlerimi tavana çevirdim.
Birkaç dakikanın ardından odamın kapısı çalmıştı. Yattığım yerde dikilerek kaşlarımı çattım. Genellikle "gir" komutunda bulunamadığım için kimse odama girerken izin istemezdi. Belki de sebebi benim eksik parçam değildir, bizzat benimdir. Müsait olup olmamam kimsenin umrunda değildi. Müsait olmama gibi bir hakkımın olduğunu da sanmıyordum. Ben kimdim ki? Ne gibi bir özel işim olabilirdi?
Kapı iki kez tıklatılıp ardından yavaşça açılmıştı. Karşımda görmeyi beklediğim en son insan bile değildi Füsun Aksel.. ancak karşımdaydı. Yüzünde asla anlam veremediğim bir durgunlukla, yeşil gözleriyle uzun uzun beni tavaf etti. Bakışlarında birden fazla şey barınıyordu ancak hiçbiri sevgiye dair değildi. Yargılayan, sorgulayan, aşağılayan, bakışlarıyla beni süzerken uslu olmaya ve gözüne batmamaya çalışıyor, bu uğurda nefes bile almadan duruyordum karşısında. Bacaklarımı birleştirmiş, başımı da önüne eğmiştim. İlerleyip bana yaklaştığı sırada yutkundum ve çıplak ayaklarımı incelemeye devam ettim. Bir yandan da ondan yüzümü saklıyordum çünkü yüzümdeki kesiği görürse, daha fazla yarayı bedenime kazırdı. Tam karşıma geçip, aramızda bir adımlık bile boşluk bırakmayarak seslendi bana. Sesi otoriterdi. Bana hiçbir zaman adımla seslenmezdi. Bence bana isim vermeselerdi daha iyi olacakmış, gereksiz bir zahmete girmişler. Kendi verdikleri ismi kullanmak yerine Türkçe dersinde öğretilen zamirleri üstümde kullanıyorlardı. O, bu, şu.. sen değil ama hep öteki. İkinci tekil değil, üçüncü ya da beşinci tekil şahıs falan. "Kaldır başını! Yüzüme bak! Yüzünü kestiğini görebiliyorum. Kör değilim!"
Bende sağır değilim anneciğim..
bağırmasan olmaz mı? Olmazmış.. nitekim hemen arkasından fısıldar tonuyla kurduğu cümle ona bakmamı sağlamıştı. O fısıldayabiliyordu.. bende duyabiliyordum ancak duyduklarımdan sonra istemsizce düşüncelerim "ses tellerim yerine keşke işitme kaybı yaşasaydım"a kaymıştı.
"Madem kendini yaralayacak aklın var, neden yüzün yerine başka bir yerlerini kesmeyi denemiyorsun? Belki bizi senden kurtarırsın! demişti. Dolan gözlerimi ona diktim, neredeyse korkusuzdum. Bakma öyle dik dik! Yürü dedi. Açıksası öfkelenip diğer yanağımı da o kanatır sanmıştım ama yapmamıştı. Belli belirsiz bir nefes bıraktım ve sözlerine itaat ederek onu takip etmeye başladım. O önde, ben arkada odamdan çıkıp aşağı inerken nereye gittiğimizi o kadar merak ediyordum ki, sesimin çıkmadığı gerçeğini bir an için unutmuş ve soruyu yöneltmek için aralamıştım dudaklarımı ancak ağzımı oynatmaktan öteye gidemediğimi bir kez daha fark ederek dudaklarımı birbirine bastırdım. Konuşamıyor olmak çoğunlukla işime yarıyordu, kabul etmem lazımdı. Konuşabiliyor olsaydım, tam bir geveze olma ihtimalim vardı ve geveze bir Nehir demek her gün dayak yiyerek doyan bir Nehir demek olacaktı. Sanki şimdi farklı oluyor Nehir! Doğru, zaten olan buydu. Daha beter ne olacaktı? Çok da kurcalamamak lazım sanki Nehir! Haklısın, iç ses.
Ben iç sesimle derin bir sohbetin içindeyken annem beni bu sohbetten tek cümlesiyle elemiş ve merakımı gideren o soruyu dillendirmeme gerek kalmadan cevaplamıştı. Babanın çalışma odasına gidiyoruz, seninle konuşmak- durdu. İç çekmesinin ardından devam etti. Sana söylemek istediğimiz şeyler var. Gerçi karşı koyma hakkın da gücün de yok, bunu ikimizde biliyoruz ama.. bilmeye hakkın var. Kısa bir duraksamanın ardından sanırım diye mırıldandığını duymuştum. Benim için bu cümlelerdeki kilit nokta, bana söyleyecekleri şeyler değildi.. her gün odalara kapanıp gizli saklı konuştukları ve beni aşağıladıkları cümlelerden ötesi olduğunu düşünmüyordum ama babamın karşısına çıkmak.. bambaşkaydı. Onun ayaklarına gitmek demek, benim için hadsizlik demekti. Arsızlıktı. Hatta bana koyduğu yasakları çiğneyerek odamdan çıkıp evin içinde geziniyor olmak bile yıllardan beri cüret edemediğim bir şeydi.
Beni çıkaran annemdi, bunu biliyor olmalıydı. Yasaklarına saygısızlık etmemiştim, bunu da biliyor olmalıydı.
Annem yanımdaydı, benimleydi ancak bu beni kurtarır mıydı?
Peki ya annem? Şimdi yanında durduğu kızına arkasını döner miydi o odada?
Kararsız gözlerimi etrafta gezdirdim ve iki adımda anneme yaklaştım. Tek elimle kolunu kavradığım an, gözleri beni buldu. "Endişelenme" diye mırıldandı hemen. "Seni baban çağırdı. Sana kızmayacaktır."
Beni babam çağırmıştı! Kızını yanına çağırmıştı! 22 yıldır sadece dövmek için dokunduğu ve döverken bakmak zorunda kaldığı yüzüme bakacak ve benimle konuşacaktı, öyle mi? Belki sarılırdı? Sahi, sarılır mıydı ki?
Usulca salladım başımı, onayladım annemi. Şimdi benimle konuşmak istedikleri şeyi merak etmiştim işte!
Belki bir okula falan göndermeye karar vermişlerdi? Bu benim hayalimdi! Yıllardır ev hapsindeydim, hatta oda hapsinde. Yaşıtlarımın okula gidip, sosyal olarak kaynaşarak eğitim aldığı sırada ben yıllarımı küçük odamda susarak geçirmiştim. Bildiğim her şeyi internet aracılığı ile öğrenmiştim, okula göndermemişlerdi çünkü ikisi de kızlarının ortaya çıkmasına göz yummak istemiyordu. Bunu anlıyordum, aptal değildim. Benden utandıklarını görebiliyordum.
Babamın odasının önüne geldiğimizde annem kapıyı açtı ve beni öne ittirerek kapıyı kapattı. Bocalayarak ona baktım ama o artık bana bakmıyordu. Gel dedi sıkıntılı tonuyla babam. Hoş geldin, geç otur şöyle dedi tekli koltuğu işaret ederek. Saçlarımı kulağımın arkasına atarak, başım önümde bana söyleneni yaptım. Annem de gardiyan gibi hemen yanımda dikiliyordu. Tek kolunu, deri koltuğun sırtına yaslamıştı. Beni mi koruyordu yoksa aksine beni hapis mi ediyordu, anlayamamıştım. Bir karar verebildin mi diye sordu annem babama. Ne yapacağız? Önümüzde üç seçenek var dedi babam ellerini masaya yaslayarak. Ya yurt dışına göndereceğiz ve kendi yolunu kendi bulacak. Ya da evlendireceğiz ve nerede olduğunu bilerek onu kontrol edeceğiz. Bize yanlış yapma imkanı tanımamış oluruz böylece.  Üçüncü seçeneğimiz nedir diye sordu Füsun Aksel, kızına attığı anlık bir bakıştan sonra. Üçüncü seçenekten çok emin değilim Füsun dedi Hakan. Yurt dışına öylece çöp gibi bırakıp atamayız Hakan! Bu dilsiz kız senaryosundan daha beter bir rezillik olur ortaya çıkacak olursa. Haklısın dedi Hakan sakince. Öyleyse onunla ne yapacağız? Kim kendine sakat bir kadını eş yapmak ister ki! Evlendirmek istesek bile gönüllü kim olacak? Eşi gülümsedi. Ardından kızına eğilip elini alnına atarak başını koltuğa yasladı ve hareket etmesini engellemek için uyguladığı güçle saçlarını yüzünden çekerek alnını ortaya çıkardı. Nehir kasılarak tırnaklarını etine saplamış ve çırpınmıştı ama bağırmaya gücü yoktu. Kalbi korkuyla çırpınıyordu. Neler oluyordu? Ona haksızlık etme dedi annesi tek elini Nehir'in küçük çenesine atarak. O oldukça güzel bir kız! Elbette dudaklarını aralamadığı zaman! Üstelik hiçbir erkek çok konuşan kadını sevmez! Bence Nehir, birçokları için ideal bir eş! Sözlerini bitirince elini çekti ve Nehir serbest kaldı ancak panik atağı tutmuştu.. elleri titriyordu. Gözleri korkuyla dolmuştu. Bunu ona neden yapıyorlardı? Dizlerinin titremesi yüzünden bacakları kıpır kıpırdı. Hakan Aksel kızını dikkatle izliyordu. Füsun Aksel'in ilgisi ise tamamen kaybolmuştu. Evlilik olmayacak! Vazgeç şu hareketlerinden diye gürledi en sonunda. Muhatabı karısıydı. Hiç kimseye bu sakatı kakalayamayız! Onun evliliğinin bana katacağı bir durum olsaydı, işbirliği için ikna etmeye çalıştığım şirketin sahibinin oğluna ayarlardım. Hovardanın biri! Paketin dışına bakıp, sorgulayamayacak kadar aptal ne de olsa! Onu yeterince tatmin edebileceği sürece, vitrinindeki oyuncak olsun diye bile kabul görürdü dedi gözlerini Nehir'e dikip aşağılayıcı şekilde süzerken. Üstelik dedi gergin adımlarla kızına yaklaşıp, oturduğu koltuğun kollarına ellerini koyarak, Nehir'in üstüne abanmıştı. Sadakat bekleyecek halin yok öyle değil mi? Seninle evlenecek adam için, kuru bir imzadan ibaret olacaksın! Ama kızım senin ederin kuru bir imza olmak için bile yetersiz! Defolu bir maldan farkın yok! Onu bile değiştirme imkanı oluyor, seni nasıl yok edeceğiz ha dedi aniden çatılan kaşları ve birden parlayan öfkesiyle. Annenin karnına yeniden sokup, orada ölmen ihtimaller dahilinde olsaydı bunu yaparken elim titremezdi! Sen benim gibi bir adamın kızı olmayı hak etmiyorsun! Çalıştığım insanların çocuklarına bir bakıyorum, eğitimli, yetenekli, güzeller.. Işıl Işıl parlıyorlar, ya sen Nehir? Sen benim utanç kaynağım olmaktan başka hangi vasfa sahipsin kızım dedi babam hiddetli tavrıyla. Bedenim yaşanan gerginlikle taş kesilirken yapabildiğim tek şey korkakça ona bakmak oldu. Cevap ver diye bağırdığı sırada gözlerimi kaçırdım. Bunu yapamayacağımı biliyordu. Zar zor uzanıp titreyen ellerimle kağıdımı açıp kalemimle ona cevap olsun diye bir şeyler yazmak için uğraşırken eğilip elime vurdu ve kağıdımı da kalemimi de elimden düşürdü. Kucağıma atılıp kağıdımı yırttığı sırada kriz geçirdiğini fark etmiştim ancak hareket edemedim. Lanet olsun! Konuş! Ucube yaratık! Konuş! Ağzını aç! Bir şey söyle dedi haykırarak ve ansızın elini bogazıma atarak çenemi kavrayıp sarstı. Güçlükle ona karşı koyup onu itmek için çabaladığımı görünce, vazgeçip uzaklaşmıştı. Derin derin nefesler alarak sakinleşmeye çalışırken annem uzanıp beni tuttu. Neredeyse şefkatliydi, kollarıyla beni sararak ayağa kalkmama yardımcı olduğu sırada babam tekrar gürlemişti. Odana çık! Hazırlan! Gidiyoruz! Seni İstanbul'daki özel bir yatılı okula götüreceğim! Bitti! Gözümün önünden defolup gideceksin! Bundan sonra orada kalacak, orada yaşayacaksın! Bayrammış, seyranmış, özel günmüş! Umrumda değil! Bu eve bir daha dönmeyeceksin! Ne zaman o kefenin içine girer, toprağı boylarsın! O zaman ölüne sahip çıkarım! Dirin beş para etmiyor senin! Füsun, git, Şerifeye haber ver! Hazırlıklara başlayın! Ben kulağımda yankılanan seslerle kapıyı kapatıp odadan çıkarken, babam sağa sola emirler yağdırıyordu. Bağırıyor, kriz geçiriyor ve benden kurtulmanın sevincini yaşıyordu. Arkamdan kapanan kapı üstüme son hızla gelen bir araba gibi beni ezip geçmişti. Bir ölüye benzeyen adımlarla evin içinde dolanırken kulaklarımda, tıpkı sesim gibi işlevini yitirmişti. Peşimde dolanan Şerife Teyzeyi görüyor ama duyamıyordum. Her şey gözümün önünde bütün hızıyla olup biterken bana sadece bir köşede izlemek kalmıştı.
Şimdi buradaydım işte. Elimde küçük bir çanta, sırtımda sanki müzisyenmişim gibi asılı duran çellomla babamın beni götürüp bırakması için görevlendirdiği bir şoförle beraber, arabanın arka koltuğundaydım. Arabanın camından yağan yağmuru izlerken kulağımda çalan şarkının hüzünlü tınısı beni etkisi altına alıyordu. Yola çıkalı kaç saat olmuştu bilmiyorum ancak hava kararmıştı. Tenha bir yol üzerinden sola dönüp benzinciye girmişti şoför. Dikiz aynasından bana baktı ve arabayı durdurdu. Benzin alıp geleceğim Nehir hanım, acıktıysanız sizin için bir şeyler alabilirim diye mırıldandı. Dalga mı geçiyordu! Gözlerimi devirmiştim. Acıktığımda bunu belirtemeyeceğimi bilmiyor muydu bu adam? Başımı iki yana salladım. Kusura bakmayın dedi ansızın fark ederek. Benim aklımdan tamamen çıkmış, hemen geliyorum diyerek aceleyle arabadan indi. Arabanın içinde yalnız kaldığım an bir nefes aldım ve uzanıp camı açmak istedim. Uzun bir süredir ilk defa dışarıdaydım, oksijen dolu temiz havayı içime çekmek istemiştim ancak cam yeterli gelmemişti. Bende kapıyı açmayı denedim. Üstüme kilitli olur sanmıştım ancak değildi, kolayca açılmıştı. Önce bir ayağımı ardından diğerini aşağı sallandırarak arabadan dışarı çıktım ve ilk defa özgür olduğumu hissedercesine yüzüme çarpan rüzgarı karşıladım. Bir iki adım atarak, karanlık gecenin içinde kollarımı iki yana açtım ve başımı gökyüzüne kaldırdım. Sert hava o an başka bir şeye evrilmiş ve gökyüzü yağmurunu üstüme boşaltmaya başlamıştı. Önce birer damlayla gözlerime çarpmıştı. Sonra arttı. İki, üç, beş.. ardından korkunç bir şiddetle  sağanak yağmur bastırdı. Eğer sesim çıkabilecek olsaydı tam şuan neşeli bir çığlık atardım ancak sadece kocaman gülümsedim. Yerimde zıplayarak yağmur damlalarını yakalamaya çalışıyordum ki, gözüm benzinliğin içindeki marketin kasasında bekleyen şoföre kaydı. Az sonra yanıma gelecekti, arabayı çalıştıracaktı ve beni babamın bahsettiği hapishaneye götürecekti. Çoktan İstanbul'a girmiştik, en fazla 15 dakikalık bir yolumuz kalmıştı. Beni okul görevlilerinden birine teslim edip İzmir'e dönecekti ve benim için aynı hayat devam edecekti. Bir kafesten çıkıp başka birine, bahse varım daha korkunç olan bir tanesine girmiş olacaktım. Bunu o kadar istemiyordum ki! Keşke bir mucize olsaydı! Keşke azıcık cesaretim olsaydı! Ama yoktu.. ne zaman olmuştu ki? İç çekerek arkamı dönüp tekrar arabaya binecektim ki bir şey oldu. Bir şey, biri.. toprak. Bir avuç toprak. Sonrası boşluk! Sonrası, özgürlük. Dolan gözlerimle, tam karşımdaki orman girişine bakarken asla ikinci bir kez düşünüp durmadım. Arkama da bakmadım. Koştum. Sadece koştum.. bütün gücümle koştum. Çok sevdiğim celloma bile sırtımı dönmüştüm, çünkü onun bile beni korumayacağı anlar olurdu fakat toprak.. farklıydı. Bir ses duydum yeniden. Bir çığlık. Bir çocuk çığlığı. Bu sanki küçük bir kızın sesiydi ancak etrafta hiç çocuk yoktu. Elim kalbime gitti. Ve o an anladım. O çığlık benim göğsümden kopmuştu. Dolu gözlerim, yüzümü yakarken ayaklarımı toprağa bastığım an sihirli bir değneğin beni çemberi içine aldığını hissettim. Sanki dışarısıyla beni ayıran bir kalkan vardı ancak bu bir kafes değildi. Bir çeşit güvenlik duvarı gibiydi. Gülümsedim. Titrek gülümsemem, yüzümde asılıyken karşımda kalan benzinligin içinden dışarı çıkan şoförümüzü gördüm. Nehir hanım! diye bağırarak bana yaklaşıyordu. Kaçmayın! Nehir hanım! Buraya gelin diyerek son hızla bana yaklaşıyordu, bense hareket bile etmeden onu izliyordum. Çok fazla kitap okuduğumdan mıdır nedir, görünmez kalkanımı geçemez, bana ulaşamaz gibi geliyordu. Gözlerim ondayken, dizlerimin üzerine çöktüm. Ellerimle yerde yağan yağmurdan dolayı çamurlaşmış toprağı avuçladım ve usul usul avuçladığım toprağı, bana karışsın diye.. -belki oyun olsun diye... belki beni tanıyamaz, kafası karışır diye hiç bilmiyorum- yüzüme sürdüm. Ellerimle avuçladığım toprakla küçük suratımın her zerresini kaplarken göğsümün içinde ansızın bir ferahlama hissettim. Açıkta kalan tek yerim gözlerim kalacak şekilde kendimi toprakla kapladığım sırada bana yaklaşmakta olan adamın yüzünde bir tiksinti ifadesiyle gerilediğini gördüm. Bana akıl hastasıymışım gibi bakıyordu. Bense zaferimden dolayı oldukça keyifliydim. Gecenin karanlığında, sessiz otoyolda bir ses patladığı an irkildiğimi hissettim ancak sakin kalmayı başarmıştım. Karşımdaki adamın bana bakan gözlerinden tiksinti ifadesi sıyrılmıştı, esmer suratına korku hakim olunca anlam veremedim. Onun gibi bir adam nice kurşunlara kafa tutuyor olmalıydı, gerçekten bu kadar korkmuş muydu?
Ensemde hissettiğim ürpertiyle, beraber gerileyen bedenim bir şeye çarptı. Birine.. anlamıştım. Arkamda biri vardı ve önümdeki adamın korkusunun sebebi bendim. Buna rağmen içimde hiç korku yoktu, ne olacaktı ki? Bana bir şey olsaydı kim üzülecekti? Belki de bana bir şey olması en iyisi olacaktı.. ailem cesedime sahip çıkacaktı. Ailem kızlarını görecekti, belki sevecekti. Bir gram bile olsa. Sakindim. O kadar sakindim ki başıma dayanan soğuk namlu bile korkutmamıştı beni. Basımı arkaya doğru çevirmeye çalıştığım an gördüm onu. Yüzümde onca soruyla, dilim lal olmuştu ancak dağınık saçlarının, ardında kumral teninin ay ışığında parlayan kehribar rengi çökük ela gözleriyle bana bakan genç adam, korkutucu biri olmaktan epey uzak duruyordu. Sert tutmaya çalıştığı yüz hatlarına rağmen dudakları ufak ve sakinleştirici bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. Gözlerim ona hapsolmuşken tek elimle onun tişörtünü avuçladım ve itmeye çalıştım ancak kemikli ellerini yavaşça benimkilerin üstüne kapatarak beni engelledi. Kulağıma doğru eğilip fısıldadığı cümleyle kaderimin ellerinden tuttuğunu anlamıştım.
"Sakinleş küçük surat! Kaçmak istediğini biliyorum. Bende bunun için geldim zaten, seni kaçırmak için."
Alık alık ona baktığımı fark etmiş olacak ki devam etti.
"Korkmana gerek yok, beni sen çağırdın. Sana zarar vermeyeceğim. Toprak olayım ki, seni koruyacağım." diye fısıldadı sancılı bir gülümseyle. Ardından elleri bana uzandı. Nefesimi tuttuğumu hissettim, nefesimi ellerinde tutuyor olmasından korkmuştum bir an için. İri kemikli elleri yüzüme sarıldı ve yüzümdeki toprakları eliyle silkeleyerek gözlerime baktı. Ona bakarken gözlerim iyiden iyiye büyümüştü. Çamura bulanan elleri aşağı düştü ve bana uzandı, ona ellerimi uzatırken beynim sıfırlanmış gibiydi. Ellerimiz iç içe geçerken, sıcak ellerinin buz kesen avuçlarıma merhem olduğunu hissettim. Tek elindeki silah hala başımın üstündeydi ve diğer eliyle beni tutmuş, peşinden yürütüyordu. Ta ki o adamın göz hizasından çıkana kadar. Sonrası garipti. Genç adam yüzünde sıcak bir tebessümle başımdaki silahı indirip yol kenarına attı ve başımızdan aşağı yağmur yağarken, elimi daha sıkı sardı. Birkaç saniye sonra kendimi onun ellerine sarılmış peşinden koşarken bulmuştum kendimi...

DüşüşHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin