chan masaya yaşama sevincini koydu. açtı paketi baktı içine. bir tutam hüzünle zeytin yağını marine edip bir güzel kızartmışlar yanına da iki üç patates koymuşlar. aldı bir güzel yerleştirdi hepsini chan. aslında annesi ona yemek yapmayı öğretmişti o on bir yaşındayken. ama chan hep gider köşedeki kıçıkırık uzun sandalyeleri olan yerden tavuk almayı severdi. daha iyi marine ederler onlar benden kaç yıllık büfeciler iyi kuzartırlar sokağa bıraktığım hüzünleri, derdi. ama chan sen üzüntülerini denize bırakmadın mı? sokağına nasıl ulaşsın onlar. bu adamlar balıkçı değiller ki denize bıraktıklarını yiyen balıkları tutabilsinler. unutma bunları, dalgın suların içinde bütün bıraktıkların seni bekliyorlar.
mutfağına gidip buzdolabını açtı. içinden kırmızılarını çıkartıp tezgaha dizdi. elmalar, şişeler, aşkları, kızgın canlar vardı tezgahın üzerinde. aldı hepsini miksere attı, karıştılar, karıştılar ama tek aşkı çatlayıp camlara karışamadı bir türlü. ben kırılmam der gibiydi, chan aldı onu derin kaseye çalıştırdı blenderını. başladı bastırmaya ama neyaza ki bir türlü kırılmıyor o sevgi. açtı balkonu bıraktı kasenin içindekilerini rüzgara. üstteki raftan camelini aldı, ağzını ocağa götürdü çekti bir nefes. küllerini miksere döktü. emanet paketi kullanmak ayıp değil midir chan? sen ithalat portakallılardan içersin bu camelin sahibini niye beklemedin, adam ya geri isterse? aynısını bulamazsın 98 yapımı bunlar. ne diceksin çocuğa kekim için lazımdı unum yoktu bunları kullandım mı? çocuk çakmak çakmak bakar sana, kafasını sallar ben de senin portakalları tüttürürüm nolacak der. başlarsın yakmaya ağzında ikinizinkini de o demirleri paslı balkonda.
mikserdekileri aldı kaba koydu. üstüne sütü, yumurtayı koydu elleriyle karıştırmaya başladı. süt kokar elleri annesininki gibi belki, karıştırır karıştırır durur, bir parmak çalar ağzına beğenmedim der tekrar koyar gönlünü içine. fazla acı olmuş der misafir ama annesi bayılır bu tarife. acılı meşhur kekin; son misafirin bile yiyemezdi dili yanardı ama annen için farklıydı. sonuçta aynı sevgiyle büyüdünüz aynı şekilde sevdiniz sevgililerinizi. ne türlü tarifler denedin de hiçbiri o misafirin damak zevkine uymadı. ne tatlılar yapıp uğraştın, mutfağı temizledin çıt çıkarmadın, kapı kollarını her gün ıslak bezle sildin. yine de ortalık biraz ekşimsi biraz yağlıydı.
chan kabı alıp tepsiye döktü. üstüne parıltılı şekerlerden döktü misafirinin sevip sevmediğini bilmeden. herkes parıltılardan hoşlanır illa ki ama misafirin biraz uyuz birisine benziyor. uyuzluğunu unursamadan döktü parıltıları, bir kısmı tezgaha çoğunluğu havaya karıştı. açtı fırını yüz doksan derece fanlıya ayarladı, koydu tepsiyi tam ortaya. bugün misafirini memnun etmek için daha da uğraşıyordu son şansıymış gibi. ellerinden kayıp gidecek umutlara baktı. misafiri hiç sevmezdi bu umudu tutan elleri. biraz yamuk biraz sevimsiz bulurdu. yanlış bileklerde bu eller, demişti bir keresinde. chan niye böyle dediğini hiç anlamamıştı, sonuçta bu el aynı el değil miydi annesinin un kokan ellerini tutan ellerdi işte. annesini un kokmasını hiç sevmezdi bu oğlancağız. hep mutfağı hatırlatırdı bu koku ona. çürümüş koyu tahtalarıyla gürültüyle çalışan buzdolabı ve bulaşık makinesini hatırlardı. küçükken mutfağa girer bir daha çıkamayıp bu kötülüklerle dolu mutfakta tıkılı kalırdı. her mutfak biraz çürümüşlük biraz da yanık kokardı onun için. her yerde canlılığını yitirmiş porselenler ve bayat sular dolu o yeri hiç bırakamadı chan. çünkü annesinin kaderi neyse onu yaşayacaktı, o da bunu biliyordu minho'yu on dört yaşında gördüğünden beri.
misafirine ayıp olmasın diye çatal, tabak, bardak götürdü masaya. tek tek dizerken hepsini saate baktı. yedi kırktı saat, yirmi dakika sonra gelecekti misafiri. fırındaki keki çıkarıp tezgahta ters çevirip kesmeye koyuldu. biraz elleri yanmıştı ama o hissetmedi. misafiri yani minho bunu görse haline bak ellerin yine kırış kırış olacak bunlar yüzünden derdi. chan sen şimdi o kadar papatya kremlerini boşuna mı sürdün ellerini düzelmesi için? bu adam yine beğenmiyor ellerini yakmışsın bunları git değiştir diyor; hangi eskiciden alıcan sana uygun ellerin hepsi toprağın altına üşüşmüş çıkarılmaz ki yeniden.
chan masaya keki koydu. geldi gitti rüzgardakileri koydu. belki minho merak eder bakardı o kadar meraklı adam kaç kitap bitirmiş bunu da merak edebilirdi pektabii. masanın orada düşünmeye başladı, düşündekileri de koysa minho ne derdi acaba? dalgaya mı alırdı onu berrak suların aksine. bunu nasıl düşündün o zaman on altı yaşındaydık elbet senle hayat kurmak istedim; on altı değiliz artık bak yirmi altıyım koca adam oldum artık başkaları var benim mutfağımda derdi. ama chan mutfağa elalemin girmesine şiddetle karşı çıkıyordu, o bıçaklara bir tek ben dokunmuştum, kanım hâlâ o çekmecelerin izinde niye başkasını soktun diyemezdi tabii. misafirine nasıl karşı çıkabilsin ki? annesi ona uslu olmasını söylemişti her zaman.
iki bin on üç yılına ait birayı açtı dökerek koydu. hiç içememişti o zaman minho ağzına dayadığı gibi yarısını bitirmişti iki yudumda ama chan'ın midesi üşütüktü hemen içemezdi öyle. minho kalkıp gitmesin diye içermiş gibi yaptı sadece.
biraz sevmediklerini koydu. on dokuz yaşındalar o zaman bir kız var diğer adamın yanında. saçları ipek, boynu ipince boyu upuzun bir güzellik. chan dayanamadı annesini aradı, telefeon çalıyor çalıyor açılmıyor bir türlü, getirdi o telefonu koydu kenara. bir de o mor kadife koltuğu koydu diğer kenara. üstünde kimlerin olduğunu unuttu ama o sesleri unutamadı. annesinin karnından çıktığı güne lanet etti. başkasına benzeseydi kaderi keşke hep dua etti birilerine ama tutmadı. sonuçta kaderi göbek bağıydı onun.
biraz sarılık görmek istedi, gitti ilk motorunu koydu. yaş yirmi bir: minho gitmiş arkadaşının arkadaşından bulmuş. bak, diyor adama civciv gibi ne güzel. chan içi ekim ayında sımsıcak ısınınca güneşe benzetmek istedi, kafasını hızlıca sallayıp aynen tam bir civciv, kelimeleri döküldü. bu budalalık da göbek bağı yüzündendi kesin. az mı görmüştü annesini o sersem gülümsemesini karşısındaki bok çukuruna bakarken. içinden kızardı ona niye bakıyorsun öyle o boka bakma işte anlamayacak asla. öyle de oldu işte, bir ara anlayacak gibi oldu o hamur beden toprağa karışınca yine de ellerini almayı düşünmedi bile. chan çarkların hep böyle döneceğini anladı, yanındaki camel içen adamın ağzından sigarasını alıp kendi ağzına götürdü.
dolunay ışığı camlara vurdu. camı açıp ışığı koydu masaya. kapı çaldı gitti açtı kapıyı. misafirinin ellerinde nergisler, aldı suya koyma zahmetine girmeden masanın ortasına koydu. masa çat diye ortadan ikiye bölündü.
_________________
canım cok sikko minchan yazmak istedi okicak olanlara tskk, birileri okursa yorum yaparsanız mutesekkir olurum😭😭
ŞİMDİ OKUDUĞUN
evdeki akşam yemeği
Fanficmasa da masaymış ha bana mısın demedi bu kadar yüke bir iki sallandı durdu adam ha babam koyuyordu bangchan&leeminho