Bir zamandan geldim ben, aşkın diyarından

1 0 0
                                    


                                 Bir zamandan geldim ben, aşkın diyarından.

Aşk, Acının En Tatlı Hâlidir.

Ufuk çizgisinin denizin üstünde kaybolduğu bir geceydi. Öyle bir başıma sahilde yürüyordum. Ne zaman insanlardan kaçmak istesem doğaya sığınırdım. Ancak o zaman iç sesimi dinleyebilirdim. Neyse beni boş verelim. Bu hikâyede sadece tanığım. Sanık da katil de bir başkası. Katil diyorum, çünkü insanlar sadece bedenen ölmezler. Önce ruhlar ölür sonra bedenler gömülür. Ruhları kimse gömemez. Bir kalbi, bir ruhu gömmeye yetecek yer yoktur. Hani uzaktan baktığınızda ilk görüş vardır ya istemsizce çekimine girersiniz, öyle bir insana benziyordu. Bu saatte, karanlıkta, o kayıkta ne işi vardı? Hiçbir fikrim yoktu. Demiştim ya ruhları gömebilecek yer yoktur, belki o da bunun farkındaydı. O yüzden denize bırakacaktı kendini. Suyun erişebileceği her yere erişebilecekti. Sonra sahile vuran her dalgada kendini bulacaktı. Ya da bunların hepsi benim abartmalarımdı. O da benim gibi sıkılmıştı kalabalıktan, sadece biraz nefes almak istiyordu. Oysa bu saatte insan benim gibi biraz kaçık değilse ne işi vardı da sıcacık yatağından çıkmıştı ya da hiç girememişti. Mayıs sonlarıydı, saat 03.00 sularıydı. Bozuk bir iki sokak lambası kendini anca aydınlatıyordu. Yaz "Ben geliyorum," diyordu. Geceleyin olmasına rağmen rüzgâr ılık esiyordu. Bir de müzik kutusundan gelen ince dansa kaldırmaya hazırlanır gibiydi. Kadını incelediğimde üstüne kalın bir mont giymiş olduğunu fark ettim. Bu sıcakta kurdeşen dökmek istemeyen biri neden mont giysin ki! Kadın üstünden montu çıkardı, silkindi, tek hamleyle sildi gözyaşını ve her şeyi kayığa özenle yerleştirdi. Az önce ağlayan küçük kız çocuğundan eser yoktu. Kendinden emin dik duruşuyla suç mahallinden uzaklaştı. Göz temasıyla biraz takip ettikten sonra karanlıkta kaybolmuştu. Üç-beş şarkı dinledikten sonra ben de evimin yolunu tuttum, kendimi yatağa attığım gibi o dinginlikle uyuyuvermişim.

Günler birbirini kovalıyordu. Rutin hayatımda yaşamaya devam ediyordum. Üstünden iki hafta geçmişti. Yine nöbet çıkışı uyuduğum için gece olunca uyku tutmamıştı, perşembeyi cumaya bağlayan aynı gecedeydik. Tek fark vardı. Haziran ayındaydık. Aynı saatlerde, aynı sandalda, aynı kişiyi görmüştüm. Bu sefer ağlamıyordu, ama dalıp gitmişti. Uzağa çok uzaklara bakıyordu. Kendi kendime şöyle demiştim: "Bu kadında başka bir hayat, başka bir yaşanmışlık var." Rahatsız etmekten çekiniyordum. İnsanları rahatsız etmekten korkarım. Hele ki karşımdaki bir kadınsa. Ama bir yandan da beni çeken şeyler vardı. Kendimle çok çeliştim, buna rağmen yanına gidemedim. Onun zaten etrafına baktığı yoktu. Beni fark etmedi bile. Arabamı park ettiğim yöne doğru gidiyordu. Aracımın yanından geçti. Ben de aracıma bindim ve kadın evine girene kadar arabamı çalıştırmadan, çıt dahi çıkarmadan onu izledim. Ertesi gün yine aynı saatlerde oradaydım. Bu sefer ortalıkta hiç kimse gözükmüyordu. O vakit anladım, o günün kadın için farklı bir anlamı vardı. Gelecek haftayı iple çekiyordum. Sıradan bir tesadüf olmadığını hissediyor, o büyük yaşanmışlıkları öğrenmeye can atıyordum. Tabii o zamanlar başka birinin hikâyesinde bu denli kaybolacağımı nereden bilebilirdim.

Sandalı biraz kurcaladıktan sonra mont ve müzik kutusunu gördüm. İkisinin de eski olduğu belliydi, ama güzel muhafaza edilmiş çok yıpranmamış gözüküyordu. İşte sabırsızlıkla beklediğim cuma gecesi gelmişti. Artık saatler geçmiyordu. Bense kurguluyordum, "Acaba o gün mü doğmuştu ya da o gün biri mi ölmüştü?" Her ne olduğunu bilemiyordum, ama o gün bu kadın için ölümsüzlüğün günüydü. Üzgünüm! Bugün de cesaretimi toplayıp yanına gidemedim. Bir hafta daha beklemek zorunda kalmıştım. Bu sefer her ne olursa olsun kendimi hazırlamıştım, gidecektim ve soracaktım "İçinizi dökmek ister misiniz?" diye. Aynen dediğim gibi oldu, sordum: "İçinizi dökmek ister misiniz?" Bu arada ilk defa bu denli yanına yaklaşabilmiştim. Orta yaşları çoktan geçmiş olduğu aşikârdı, ama güzelliği yıllara meydan okurmuşçasına duruyordu. Gerçekten asil bir duruşu vardı. Tabii ki direkt "Gel, otur konuşalım," demedi. Şaşkın bir ifadeyle ürkekçe bana bakıyordu. Bendeki çekimserliği fark edince korkusunu aşmıştı. Kendinden emin bir edayla, kibar ve net bir ret cevabı almıştım. Elbette hemen cayacak değildim. Ama o bunun farkında değildi. Bir çırpıda beni başından defettiğini zannediyordu. Ertesi hafta tekrar gittim yanına, telaşlıydı.

En Uzun Kelebek SevdiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin