Boyası yer yer çıkmış, vidaları ses çıkaran, kocamanca bahçe kapısını kapatıp birkaç adım ilerledim. Birazıyla acelem vardı lâkin yetişeceğim bir yer yoktu. Adımlarımı hızlandırdım, nereye gittiğimi bilmeden. Elbet, gideceğim bir yer olmalıydı, değil mi? Adımlarım hızlanırken aniden göğsümün üzerine bir endişe geldi yapıştı. Ceplerimi kontrol ettim: Telefonum, burada. Cüzdanım, burada. Anahtarım, burada. Eşyalarım tastamam buradaydı bilakis içimdeki endişe şüphelendiriyordu beni. Bir şeyler eksikti, eksik olan ruhumdu.
Endişe göğsümü delip geçmiş, ciğerlerimi yakıyordu. Yanık kokusuydu, yanan neydi? Güzel bir yemek miydi, en son ne zaman yemek yemiştim? Kafamı kaldırdım. Pişen bir yemek bütün sokağı dumanlarla kaplayacak kadar duman çıkaramazdı herhalde. Sanki sokaktaki bu dumanları, kargaşayı fark eden bir tek ben vardım. Herkes koşuşturuyordu, etrafına bakmadan. Şüphe büyüdü, is kokusu genzimi yakıyordu, yutkunamadım, bir şey boğazımda takıldı kaldı, yutkunamadım.
Adımlarımı geldiğim yere döndürdüm, evime. İçgüdülerimi dinleyerek. Neden içgüdülerimizi dinliyorduk? Belki de, çoğumuzun içgüdüleri ile aldığı kararlar akılları ile aldıkları kararlardan daha akıllıcaydı. Koşmaya başladım, yetişmem gereken bir yer vardı. Geldiğim yere tekrar geri döndüm.
Baktım ki... kendi evim yanıyor!
Yıkık dökük minicik apartmanımda bir tek benim olduğum daire yanıyordu.
"Yalvarırım, yardım edin, evim yanıyor!"
Nafilenin nafilesi.
Boşuna bağırıp çağırma, diğerlerinin ayaklarına da kapanıp yardım için yalvarma.
Kimsesiz, çaresiz.
Sokaktan geçen herkese yalvarıyordum lâkin sadece evime bakıp gidiyorlardı, deliymişim gibi davranıyorlardı.
"Deli, çattık herhalde yahu!"
Ben orada yapayalnızdım, bana yardımcı olabilecek tek kişi bendim o anda.
Kova kova su buldum, teker teker evimin kapısından fırlattım.
Birinci kova, nafile.
İkinci kova, nafile.
Üçüncü kova, nafile.
Dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on, on bir, on iki, on üç, on dört...
Yirmi ikinci kova, nafile.
Derken yirmi ikinci kovada su atarken alev elime temas etti, elim yandı kavruldu, yanması geçmedi, yandı yandı. Yüreğim yandı.
Bir kürdan çöpü kadar bile olsa bir yeri kurtaramıyordum, dedim kendi kendime yolu yok çekeceksin, yol var gideceksin, kader böyleymiş boyun eğeceksin. İndim aşağıya, kaldırımın başına oturdum, izledim evimin yanışını. Biri kollarımda son nefesini veriyordu. Alevler hâlâ dağılmıyor, sadece benim katımda yanıp kızıyordu, yoldan geçen sürüce insandan hiçbiri de ne evimin yanışını fark ediyor ne de benim kaldırımda gözlerimin sadece bir noktaya kilitlendiğini fark ediyordu.
Ben yanmaktan çok korkarım.
Hâlâ yanan ellerimi inceledim, gözyaşlarım süzülüyordu gözlerimden, alev akıyordu gözlerimden. Sonra biri geldi alev akan gözyaşlarımı serin elleriyle sildi. Ellerimi tuttu, ellerimin yanması geçti, dumanı fark etti, birlikte evime kovalarca su taşıdık.
Evin içine girdik, hortumla alevleri söndürmeyi denedik.
O; endişelendi evim için, sandı ki yardımı dokunmadı. Oysaki yangını ve beni fark eden tek oydu. Anlatamadım ne kadar yardımı dokundu.
Sevdaların en güzeli, son olduğunu bilse bile beraber olmak istemiş, seni kendi sonuna rağmen kabul etmiş.
Alevler ikimizi de hapsetti, birbirimize bakarken yüzlerde acı bir tebessüm. Tam o sırada Tanrı onlara merhamet etti, tekrar doğacaklardı iki kelebek olarak.
Gözler birbirine değidi,
felaket, alevler harlandı,
kaçamadık,
birbirimize bakakaldık.
— kül olduk, bir olduk.