idioms

5 0 0
                                    

- **Acid test:** Bir şeyin etkinliğini kanıtlar.
- **Actions speak louder than words:** İnsanların niyetleri, söylediklerinden çok yaptıklarıyla daha iyi anlaşılabilir.
- **Add insult to injury:** Bir kaybı alay veya aşağılama ile daha da kötüleştirmek; olumsuz bir durumu kötüleştirmek.
- **After the watershed:** Televizyonda yaşlı izleyicilere yönelik programların yayınlanabileceği bir zaman.
- **Against the clock:** Aceleyle ve bir şeyi tamamlamak için az zamanla yapılan.
- **Ahead of time:** Bir şeyin erken veya planlanandan önce gerçekleşmesi.
- **All ears:** Bir açıklamayı bekliyor.
- **An arm and a leg:** Çok pahalı veya maliyetli. Büyük bir miktar para.
- **Around the clock:** Günün herhangi bir saatinde.
- **Around the corner:** Yakında olacak.
- **As time goes by:** Bir anın diğerine geçişi.
- **At the drop of a hat:** Herhangi bir tereddüt olmaksızın; anında.
- **Back to basics:** Daha önce işe yaramış geleneksel fikirleri kullanan bir yaklaşım.
- **Back to the drawing board:** Bir girişim başarısız olduğunda ve her şeye sıfırdan başlama zamanı geldiğinde.
- **Bad apple:** Bir grupta sorun çıkaran veya istenmeyen kişi.
- **Ball is in your court:** Bir sonraki kararı senin alman gerekiyor.
- **Barking up the wrong tree:** Yanlış yerde bakmak. Yanlış kişiyi suçlamak.
- **Be glad to see the back of:** Bir kişi gittiğinde mutlu olmak.
- **Beat around the bush:** Ana konudan kaçınmak. Konuya doğrudan konuşmamak.
- **Beat the clock:** Bir şeyi çok geç olmadan hızla yapmak.
- **Bee in one’s bonnet:** Sürekli düşündüğün bir fikir taşıma.
- **Behind the times:** Modası geçmiş olma.
- **Bells and whistles:** Çok sayıda arzu edilen özellik.
- **Best of both worlds:** İki şeyin avantajının aynı anda tadını çıkarma.
- **Best thing since sliced bread:** İyi bir icat veya yenilik. İyi bir fikir veya plan.
- **Better late than never:** Bir şeyi geç yapmak, hiç yapmamaktan iyidir.
- **Bide one’s time:** Eylem veya karar alma öncesinde gelişmeleri beklemek.
- **Big cheese:** Etkili bir kişi.
- **Bird in the hand is worth two in the bush:** Sahip olduğun şeyden memnun olmak, onu riske atarak daha iyisini elde etmeye çalışmaktan daha iyidir.
- **Bite off more than you can chew:** Çok büyük bir görevi üstlenmek.
- **Black and blue:** Ağır morarmış.
- **Black and white:** Her şeyi düşünerek ve aşırı basitleştirerek. Her şeyi iyi veya kötü olarak değerlendirmek.
- **Black as night:** Çok koyu ve görmesi zor.
- **Black eye:** Göz çevresinde morluk.
- **Black market:** Malların yasa dışı olarak alınıp satıldığı yer.
- **Black out:** Işıkları kapatma veya donma. Bilincini kaybetme.
- **Black sheep:** Bir grup içinde istenmeyen üye.
- **Blackball:** Birini sosyal olarak dışlamak. Birini reddetmek.
- **Blacklist:** Birini dışlamak.
- **Blackmail:** Birinin sırlarını kullanarak para sıkıştırmak.
- **Blessing in disguise:** İlk başta tanınmayan bir şeyin aslında iyi olması.
- **Blind date:** Hiç tanışmamış insanlar arasında önceden düzenlenmiş sosyal etkileşim.
- **Blood red:** Derin kırmızı renkte bir şeyin tanımı.
- **Blood, sweat & tears:** Çok çaba ve çalışma gerektiren bir şey.
- **Blow a fuse:** Aniden çok sinirlenmek, belki de beklenmedik bir şeyden dolayı.
- **Blow up in the face:** Aniden başarısız olan bir plan veya proje.
- **Blue blood:** Soylu, aristokratik veya zengin bir aileden gelme.
- **Blue collar:** Manuel emek işinde çalışma.
- **Blue in the face:** Bir anlaşma kazanmak için çok çaba sarf etmek, ancak genellikle başarısız olmak.
- **Blue ribbon:** Üstün kalite veya ayrıcalık. Grubun en iyisi.
- **Bolt from the blue:** Beklenmedik kötü haber.
- **Bookworm:** Çok kitap okuyan birisi.
- **Born with a silver spoon in one’s mouth:** Zengin ve varlıklı bir ailede doğma.

- **Bottom falls out:** Bir plan veya proje başarısız olur.
- **Brainstorm:** Yeni fikirler geliştirmek veya düşünmek.
- **Bread-winner:** Bir ailenin başlıca gelir kaynağı olan kişi.
- **Bring home the bacon:** Geçimini sağlamak.
- **Broken watch is right twice a day:** Bir şey şanslı veya başarılı olabilir, ancak hak etmez.
- **Buckle down:** Kararlılıkla ve tam dikkatle çalışmak.
- **Bun in the oven:** Hamile.
- **Burn the midnight oil:** Gece geç saatlere kadar çalışmak, elektrik aydınlatmasından önceki zamana gönderme yapar.
- **Butter up:** Birinden bir şey istemek için genellikle övgüde bulunmak.
- **By degrees:** Bir şeyin yavaşça veya azar azar geliştiği.
- **By the skin of your teeth:** Ancak zorlukla başarıya ulaşmak.
- **Call it a day (or night):** Bir süre için veya bir sonraki gün (veya gece) kadar bir şeyi durdurmak.
- **Calling time:** Bir şeyi sona erdirmeye karar verme.
- **Carry the torch for:** Elde edilemeyen birine karşı hisleri olan birini tanımlar.
- **Cash cow:** Güvenilir gelir kaynağı.
- **Cat burglar:** Binalara tırmanan hırsız.
- **Catch someone at a bad time:** Uygunsuz bir zamanda.
- **Catch someone red-handed:** Birini suç işlerken veya yapmamaları gereken bir şeyi yaparken yakalamak.
- **Chance one’s arm:** Başarının şanslarının zayıf veya bilinmeyen olduğu bir şeyi yapmaya karar verme.
- **Chase rainbows:** Çok zor, imkansız veya çok arzulanır bir şeyi başarmaya çalışmak.
- **Chase your tail:** Çok zaman ve enerji harcamak ancak hiçbir şey elde etmemek.
- **Cheesy:** Abartılı, aptalca, gerçek dışı veya ucuz.
- **Clock-in/clock-out:** Geliş ve ayrılış zamanını kaydetmek.
- **Close to home:** Doğru ve sizi rahatsız eden bir yorum.
- **Cold shoulder:** Hiç dikkat etmemek.
- **Coming of age:** Bir şeyin tamamen gelişmesi ve olgunluğa erişmesi. Bir çocuğun yetişkin olması.
- **Cook someone’s goose:** Bir kişinin başarısının şansını bozmak.
- **Copycat:** Başkasının işini kopyalayan kişi.
- **Costs an arm and a leg:** Bir şey çok pahalı olduğunda.
- **Couch potato:** Çok fazla TV izleyen tembel kişi.
- **Cover a lot of ground:** Birçok işi veya geniş bir konu yelpazesini tamamlamak.
- **Crack of dawn:** Çok erken sabah. Günün ilk anları.
- **Cross that bridge when you come to it:** Problemi ele almak, ancak gerekli olduğunda, önce değil.
- **Crunch time:** Önemli bir kararın verilmesi gereken zaman.
- **Cry over spilled milk:** Geçmişteki bir kayıptan şikayet etmek.
- **Curiosity killed the cat:** Merak, sizi hoş olmayan veya tehlikeli bir duruma sokabilir.
- **Cut corners:** Para biriktirmek için hızlı ve genellikle kötü bir şekilde bir şey yapmak.
- **Cut one’s own throat:** Kendi başarısızlığınıza veya çöküşünüze neden olmak.
- **Cut the mustard:** Başarılı olmak; beklentilere yetişmek; rekabet etmek veya katılmak için yeterli.
- **Cut to the chase:** Konuya geçmek.
- **Day to day:** Günlük rutinin bir parçası.
- **Days are numbered:** Bir rolde olması veya yakında ölmesi beklenen.
- **Dead duck:** Başarısız olmuş veya kesinlikle başarısız olacak bir plan veya etkinlik ve bu nedenle tartışmaya değmez.
- **Dead in the water:** Çalışmayı durduran ve tekrar faaliyete geçmesi beklenmeyen bir plan veya proje.
- **Dead wood:** Artık kullanışlı veya gerekli olmayan kişiler veya şeyler.
- **Deep down:** Bir kişinin gerçekte içinde hissettiği şeyi tanımlar.
- **Deliver the goods:** Beklenen veya gerekeni yapmak.
- **Devil’s Advocate:** Karşı argümanı sunmak.
- **Do time (serve time):** Hapiste zaman geçirmek.
- **Donkey’s years:** Çok uzun bir süre.
- **Don’t count your chickens before they’ve hatched:** Olmayabilir bir şey için plan yapma.
- **Don’t give up the day job:** Bir şeyde çok iyi değilsin. Profesyonel olarak yapamazsın.
- **Don’t put all your eggs in one basket:** Her şeyi sadece bir şeye bağlama.
- **Double date:** İki çiftin katıldığı sosyal etkileşim.
- **Drastic times call for drastic measures:** Çok umutsuz olduğunuzda radikal önlemler almanız gerekebilir.
- **Drawing a blank:** Birine bir soru sorduğunuzda hiç cevap alamamak veya kendiniz cevaplayamamak.
- **Dropout:** Zamanı gelmeden okulu bırakmak.
- **Dwell on the past:** Geçmişte olan bir şey üzerine çok düşünmek.
- **Eager beaver:** İstekli ve çalışkan kişi.
- **Easy as ABC:** Çok basit veya kolay.
- **Eat, sleep & breathe something:** Bir şeye çok hevesli ve tutkulu olmak, sürekli düşünmek.

- **Egghead:** Çalışkan ve akademik bir kişi.
- **Elbow room:** Hareket etmek veya çalışmak için yeterli alan.
- **Eleventh hour:** Son dakikada veya tam zamanında.
- **Elvis has left the building:** Gösteri sona erdi. Her şey bitti.
- **Every cloud has a silver lining:** İyimser ol, zor zamanlar bile daha iyi günleri getirecek. Kötü bir durumdan iyi bir şey çıkabilir.
- **Explore all avenues:** Tüm seçenekleri incelemek veya araştırmak.
- **Eye-catching:** Dikkati çekmeye eğilimli.
- **Fallen in love:** Birine karşı aşık olmak.
- **Far cry from:** Çok farklı.
- **Feeling blue:** Depresif veya kopuk hissetme.
- **Feeling under the weather:** Hasta hissetme.
- **Fever pitch:** Bir duygu çok yoğun ve heyecanlı olduğunda.
- **Fill in the blanks:** Eksik kelimeleri veya bilgileri sağlamak.
- **First in, best dressed:** İlk gelen veya kendini ilk sunan için fırsat.
- **First out of the gate:** Bir şeye ilk başlayan.
- **Fish out of water:** Tanıdık olmayan bir ortamda rahatsız hissetme.
- **Foot in the door:** Küçük ama iyi bir başlangıç, parlak bir gelecek olasılığıyla.
- **For the time being:** Bir eylem veya durumun gelecekte devam edecek ancak geçici olduğu.
- **From now on:** Bu andan itibaren.
- **From time to time:** Arada bir veya pek sık olmayan.
- **Full of beans:** Heyecanlı veya çok enerjik ve canlı.
- **Full of the joys of spring:** Çok mutlu ve enerji dolu.
- **Getting sacked (or axed, or fired):** İşini kaybetmek.
- **Getting the show on the road:** Bir planı veya fikri uygulamak.
- **Give the benefit of the doubt:** İspat olmadan birinin ifadesine inanmak.
- **Give the green light:** Devam etmek için izin vermek.
- **Go belly up:** Tamamen başarısız olmak.
- **Going places:** Yetenek ve başarıya götürecek yetenek ve yetenekleri gösterme.
- **Golden boy:** Büyük bir yetenekte genç adam, genellikle spor alanında.
- **Golden handshake:** Bir şirketten emekli olduğunda birine verilen büyük miktarda para.
- **Golden opportunity:** Belki de bir daha asla karşınıza çıkmayacak çok iyi bir fırsat.
- **Grass is always greener on the other side:** Alternatif çözüm her zaman daha iyi görünebilir, hatta bu her zaman durum böyle olmasa da.
- **Grease someone’s palm:** Birine bir şeyi yapmaları için para vermek, genellikle dürüst olmayan bir şeyi yapmak için.
- **Green thumb:** Bitkileri büyütebilme veya bahçecilikte iyi olma yeteneği.
- **Green with envy:** Aşırı kıskanç veya öfkeli.
- **Grey area:** Belirsiz veya tanımsız.
- **Hanging on by fingernails:** Çok zor bir durumda devam etmek.
- **Hard as nails:** Duygusuz veya kimseye duygu vermeden.
- **Hard time:** Zor veya zorluk çekilen bir şey.
- **Having one’s heart set on something:** Bir şeyi başarmaya kararlı olma.
- **Head in the clouds:** Gerçekçi olmayan veya pratik olmayan fikirlere sahip olma.
- **Head over heels in love:** Birine çok fazla aşık olma.
- **Hear it on the grapevine:** Dedikodu gibi resmi olmayan veya gayri resmi yollarla bir şey duymak.
- **Heart is in the right place:** İyi niyetli olma, sonuçlar etkileyici olmasa da.
- **Here today, gone tomorrow:** Arzu edilen şeyler, para veya mutluluk gibi, geçici olduğunda.
- **High time:** Bir şey zaten yapılmış olmalı ve gecikmiş.
- **Hit the big time:** Başarılı olmak.
- **Hit the books:** Sıkı bir şekilde çalışmaya başlamak.
- **Hit the nail on the head:** Bir şeyi ya da söylemeyi tam doğru yapmak.
- **Hit the panic button:** Beklenmeyen bir olaya hızlı ve düşünmeden tepki vermek.
- **Hit the road:** Yola çıkmak veya ayrılmak.
- **Hit the sack (or sheets, or hay):** Yatağa gitmek.
- **Hold the fort:** Başkaları uzakta veya dışarıdayken bir şeyden sorumlu olmak veya birini düşünmek.
- **Honest as the day is long:** Güvenilir ve dürüst biri.
- **Hot potato:** Birçok insanın konuştuğu ve genellikle tartışmalı olan güncel bir konudan bahsetmek.
- **Hour of need:** Birinin gerçekten bir şeye ihtiyacı olduğu – son şansları.
- **In due course:** Her şey zamanı geldiğinde veya uygun zamanında olacak.
- **In one’s own time:** Bir şeyi tamamlamak için ne kadar zaman alırsan al.
- **In someone’s black book:** Birinin gözünde kötü durumda veya hoşnutsuz olmak.
- **In the bag:** Güvence altında veya garantili bir başarı.
- **In the black:** Karlı.

- **In the blink of an eye (or an instant):** Bir şeyin çok hızlı bir şekilde gerçekleşmesi.
- **In the heat of the moment:** Anlık olarak olan bir durumdan etkilenme.
- **In the interim:** İki olay arasında veya geçici bir durumda.
- **In the long run:** Bir süre boyunca.
- **In the nick of time:** Çok geç olmadan hemen önce.
- **In the red:** Bankanda borçlu olmak. Negatif bir banka bakiyesine sahip olmak veya bankaya borçlu olmak.
- **In the right place at the right time:** Bir şey tesadüfen olur veya beklenmedik bir fırsat verilir.
- **In the wrong place at the wrong time:** Normalde olmamış olan talihsiz bir olayın gerçekleştiği an.
- **In tune with someone (on the same wavelength):** Aynı fikirlere sahip olmak ve birisiyle anlaşmak.
- **It takes two to tango:** Eylemler veya iletişim bir kişiden fazlasını gerektirir.
- **Itchy feet:** Seyahat etme veya bir yere gitme güçlü isteği.
- **Judge a book by its cover:** Bir şeyi öncelikle görünüşe göre değerlendirmek.
- **Jump on the bandwagon:** Popüler bir trende veya etkinliğe katılmak.
- **Keep something at bay:** Bir şeyi uzak tutmak veya bir şeyin olmasını engellemek.
- **Keeping up appearances:** Zorluklarınızı gizleyerek dışarıda refah veya iyi durumu koruma.
- **Keeping your finger on the pulse:** Sürekli olarak mevcut gelişmelerin farkında olma.
- **Kept in the dark:** Sırları veya gerçeği bilmemek.
- **Kill time:** Beklerken bir şey yapmak.
- **Kill two birds with one stone:** Aynı anda iki farklı şeyi başarmak.
- **Landslide victory:** Ezici zafer.
- **Last straw:** Bir dizi sorunun sonuncusu ki bu kötü bir şeyin olmasına yol açar.
- **Laugh a minute:** Çok komik biri veya bir şey.
- **Learn by rote:** Bir şeyi düşünmeden ezberleyerek öğrenmek.
- **Learn something off by heart:** Bir şeyi o kadar iyi ezberlemek ki düşünmeden yazılabilir veya okunabilir.
- **Learn the ropes:** Bir işi veya görevi düzgün bir şekilde yapmayı öğrenmek.
- **Lemon:** Birçok kusuru olan yeni bir araç.
- **Let me see the colour of your money:** Bir şeyi karşılayabileceğini kanıtla.
- **Let sleeping dogs lie:** Bir durumu rahat bırakmak, aksi takdirde sorun veya karmaşaya neden olabilir.
- **Let slip through fingers:** İyi bir fırsatı elde edememek veya elde tutamamak.
- **Let the cat out of the bag:** Önceden gizlenmiş bilgiyi paylaşmak.
- **Lick one’s wounds:** Bir mağlubiyet sonrası özgüveni geri kazanmaya çalışmak.
- **Lightning fast:** Çok hızlı.
- **Lights are on but nobody is home:** Birisi aptal veya zekasız.
- **Like clockwork:** Çok düzenli zamanlarda veya aralıklarla gerçekleşir.
- **Like there’s no tomorrow:** Bir şeyi hızlı veya energetik bir şekilde yapmak, sanki bu şeyi yapmanın son şansıymış gibi.
- **Lining up all the ducks in a row:** Bir şeye hazırlık olarak iyi organize olma.
- **Living beyond your means:** Kendi bütçenden daha fazla harcama yapma.
- **Living in an ivory tower:** Gerçek dünya sorunlarından uzak veya bunları görmeyen bir yaşam tarzı sürme.
- **Living on the breadline:** Çok az gelire sahip olma.
- **Long arm of the law:** Yetkililerin uzanan güçlü etkisi.
- **Long time no see:** Uzun zamandır görüşmemiş.
- **Look on the bright side:** Olumsuz bir durumu olumlu bir şekilde değerlendirme.
- **Love at first sight:** Birine ilk gördüğünüzde aşık olma.
- **Lovey-dovey:** Aşırı bir sevgi gösterimi.
- **Lump in your throat:** Hüzün, gurur veya minnettarlık gibi bir duygu nedeniyle boğazda sıkışma hissi.
- **Make a long story short:** Gereksiz veya gereksiz ayrıntılar olmadan olayın özüne gelmek.
- **Make my day:** Beni çok mutlu eden veya tatmin eden bir şey.
- **Make or break:** Tam başarı veya tam başarısızlık yaratan durumlar.
- **Make the grade:** Tatmin edici veya kabul edilebilir bir seviyede olmak.
- **Make time:** Bir şeyi yapmak için zaman ayırmak, öncelikle yapmak.
- **Makes your flesh crawl:** Sizi iğrendiren veya sinirlendiren bir şey.
- **Making a go of it:** Bir şeyde başarılı olma çabası.
- **Making good time:** Beklenenden daha hızlı bir şekilde bir şeyi tamamlama.
- **Making headway:** Yapmaya çalıştığınız şeyde ilerleme kaydetme.
- **Match made in heaven:** Mutlu ve başarılı olma olasılığı olan ilişki.
- **Method to my madness:** Birinin yaklaşımı rastgele gibi görünse de aslında bir düzeni olması.
- **Mile a minute:** Çok hızlı bir şekilde gerçekleşen bir şey.
- **Miss the boat:** Bir şansı veya fırsatı kaçırmak.
- **Monkey business:** Yaramaz veya aldatıcı davranış.
- **Month of Sundays:** Çok uzun bir süre.
- **


Murphy’s law Anything that can go wrong will go wrong.
Murphy’nin Yasası: Herhangi bir şeyin yanlış gitme olasılığı varsa, o yanlış gidecektir.



- **Never in a million years:** Milyon yıl içinde asla olmaz.
- **No time like the present:** Şu an olması gereken bir şeyi hemen yapmanın, beklemek yerine daha iyi olduğuna inanç.
- **No time to lose:** Kaybedecek zaman yok, aksi takdirde bir şey zamanında bitmeyecek.
- **Not letting grass grow under your feet:** Ayak altında ot bitmesine izin vermemek, bir şeyi hemen halletmekte gecikmemek.
- **Not letting moss grow over:** Yosun bitmesine izin vermemek, şeyi şimdi veya gecikmeden yapmak.
- **Not playing with a full deck:** Tam bir desteğe sahip olmamak, zeka eksikliği.
- **Now and then (or again):** Ara sıra.
- **Now or never:** Şimdi veya asla yapılmayacak bir şey.
- **Off colour:** Renksiz olma, sağlıksız olma.
- **Off one’s rocker:** Aklını yitirme; çılgın olma; kafası karışık veya bocalamış bir zihin durumunda olma; yaşlılık.
- **Off to a flying start:** Hemen başarıyla sonuçlanan veya iyi başlamış olan bir şey.
- **Old hand:** Bir konuda çok deneyime sahip kişi.
- **Old school:** Geçmişte popüler ve önemli olan fikirlere bağlı kalmak, ancak artık öyle olmayan kişi.
- **On the ball:** Durumu iyi anlayan veya iyi performans gösteren kişi.
- **On the brain:** Sürekli bir şeyi düşünme veya konuşma.
- **On the rocks:** İlişkide sorun yaşama.
- **On time:** Beklenen zamanda olma veya bir şeyin beklenen zamanda gerçekleşmesi.
- **Once in a blue moon:** Çok nadir veya bir ömür boyu bir kez meydana gelen bir şey.
- **Once upon a time:** Geçmişte meydana gelmiş bir şey.
- **Only time will tell:** Gerçek, cevap veya sonuç, gelecekte bir noktada ortaya çıkacaktır.
- **Out of the blue:** Aniden ve uyarı olmadan ortaya çıkan bir şey.
- **Out of the red:** Borçta olmama.
- **Out of time:** Bir şeyi yapmak için zamanın kalmamış olması veya belirlenen süre sona ermiş olması.
- **Paint the town red:** Dışarı çık ve gerçekten iyi bir zaman geçir.
- **Pass with flying colours:** Yüksek bir puanla başarıyla geçme.
- **Penny for your thoughts:** Düşündüğünü sorma şekli.
- **Picture paints a thousand words:** Görsel sunumların sözcüklerden çok daha açıklayıcı olduğu bir ifade.
- **Piece of cake:** Kolay veya basit bir iş, görev veya etkinlik.
- **Pitch black:** Çok karanlık, sıfır veya neredeyse sıfır görüşlü.
- **Place in the sun:** Başarı ve mutluluk istediğiniz konumu sağlayan bir pozisyon.
- **Pop the question:** Evlilik teklifi etme.
- **Pot calling the kettle black:** Bir fikir veya düşünceyle çok ilgili veya sürekli olarak düşünme.
- **Pressed for time:** Zamanla yarışmak veya bir şeyi tamamlamak için yeterli zamanı olmamak.
- **Proud as a peacock:** Çok gururlu.
- **Pull the plug:** Bir şeyi sonlandırma veya durdurma.
- **Pull wool over other people’s eyes:** Başkalarını iyi düşündüklerine inandırmak için aldatma.
- **Pulling out all the stops:** Bir şeyi gerçekleştirmek için elinden geleni yapma.
- **Punch above one’s weight:** Yeteneklerinin üzerinde performans gösterme.
- **Puppy love:** Gençler arasında geçici bir zaafiyet.
- **Put it in black and white:** Onay veya kanıt için bir şeyi yazıya dökmek.
- **Put your thinking cap on:** Zihninizi devreye sokun ve ciddi bir şekilde düşünün.
- **Rags to riches:** Yoksulluktan zenginliğe; başlangıçta çok fakirken çok zengin olma.
- **Raining cats and dogs:** Çok şiddetli yağış.
- **Raise the white flag:** Teslim olma ve diğer tarafın zaferini kabul etme.
- **Raring to go:** Bir şeye çok istekli veya hevesli olma.
- Rat race: Yorucu ve tekrarlayan rutin.
- Red flag: Bir şeyin düzgün çalışmadığını veya doğru olmadığını gösteren işaret veya belirti.
- Red herring: Dikkati başka yöne çeken önemsiz bir konu.
- Red hot: Yeni ve heyecan verici, büyük talep yaratıyor.
- Red in the face: Utanmış.
- Red tape: İlerlemeyi yavaşlatan veya durduran bir dizi kural ve/veya düzenleme.
- Red-eye: Gece geç saatte ayrılan ve sabah erken varan bir seyahat.
- Road hog: Tehlikeli sürücü.
- Roll out the red carpet: Bir kişiyi büyük saygıyla karşılamak ve onlara büyük, sıcak bir hoşgeldin vermek.
- Sail through something: Bir şey olarak zorlanmadan başarılı olmak.
- Save time: Bir şeyi hızlı bir şekilde yapmak veya diğer şeylere zaman bırakmak.
- School of hard knocks: Zor deneyimlerle öğrenmek, resmi sınıf eğitimine karşı.
- School of thought: Belirli bir felsefe veya bir şeyi düşünme şekli.
- Schoolboy error: Temel veya aptalca bir hata.
- Seeing eye to eye: İki veya daha fazla kişi bir konuda anlaşmak.
- Seeing red: Kontrolsüz bir öfkeyle tepki vermek.


- Sell ice to Eskimos: Eskimolara buz satmak – İnsanları kendi çıkarlarına aykırı davranmaya veya gereksiz bir şeyi kabul etmeye ikna etmek.
- Shelf life: Raf ömrü – Bir şeyin beklenen ömrü (genellikle yiyecek, içecek veya ilaç).
- Show of hands: Eller gösteriyor – Bir konuda oy kullanmak için elleri kaldırmak.
- Shown the red card: Kırmızı kart göstermek – Kovulmuş veya ayrılması söylenmiş.
- Silver screen: Gümüş perde – Film endüstrisi.
- Single file: Tek sıra – Bir kişinin diğerinin arkasında durduğu insan sıraları.
- Sink or swim: Boğul ya da yüz – Başarısız olmak veya başarılı olmak.
- Sinking teeth into something: Bir şeye diş geçirmek – Bir şeyi çok enerji ve coşkuyla yapmak.
- Sit on the fence: Çit üzerinde oturmak – Karar verememek veya isteksizce bir karar vermemek.
- Skip class: Dersi atlamak – Okula gitmemek gerektiğinde gitmemek.
- Sleeping (or silent) partner: Uyuyan (veya sessiz) ortak – İşletmeye para koymuş ancak işletmeyi yönetmeyen kişi.
- Slice of the pie: Pastanın dilimi – Bir şeyin, genellikle para, kâr vb. Olarak bir payı.
- Smash hit: Patlama hit – Büyük bir başarı.
- Snowed under: Kar altında kalmak – Yapılacak çok iş olması.
- Sooner or later: Er ya da geç – Bir şeyin kesinlikle olacağı, ancak ne zaman olduğu bilinmeyen bir durum.
- Sour grapes: Ekşi üzüm – Sahip olamayacağınız bir şeyi beğenmiş gibi görünmek.
- Spanner in the works: Makarayı bozmak – Aniden bir şeyi beklenmedik veya istenmeyen bir şeyi tanıtarak bir şeyi bozmak.
- Speak of the devil: Şeytan çıktı – Hakkında konuştuğun kişi gelince.
- Speaks volumes: Speaks volumes – Kelimeler olmadan bir tepki ifade etmek.
- Spill the beans: Fasulyeleri dökmek – Bir sırrı açıklamak.
- Standing ground: Ayakta durmak – Pozisyonunu korumak.
- Standing the test of time: Zamanın testini geçmek – Bir şeyin uzun süre iyi çalışan veya devam eden bir şey olması.
- Steal someone’s thunder: Birinin gölgesini çalmak – Başkasının yaptığı bir şeyin kredisini almak.
- Stiff upper lip: Stiff upper lip – Duyguları göstermemek.
- Storm in a teacup: Fırtına bardağın içinde – Bir problemi abartmak.
- Straight from the horse’s mouth: Straight from the horse’s mouth – Yetkili kaynaktan.
- Stuck in a time warp: Zaman tüneline saplanmak – Her şey etrafındaki her şey değişmediğinde.
- Swallow one’s pride: Gururunu yutmak – Aşağılayıcı veya utandırıcı bir şeyi kabul etmek.
- Sweet tooth: Tatlı diş – Tatlı tadındaki yiyeceklere karşı ilgi.
- Take each day as it comes: Take each day as it comes – İşlerin olduğu gibi ve ne zaman meydana geldiklerine göre başa çıkma.
- Take with a grain (or pinch) of salt: Take with a grain (or pinch) of salt – Birinin söylediklerini çok ciddiye almamak. Bir şeye şüpheyle yaklaşmak.
- Taste of your own medicine: Kendi ilacını içmek – Başkasına yaptığınız bir şey size olur.
- Teacher’s pet: Teacher’s pet – Öğretmenin favori öğrencisi.
- The big time: The big time – Bir mesleğin en üst seviyesi.
- The moment of truth: The moment of truth – Önemli bir karar alındığında veya bir şeyin gerçeği ortaya çıktığında.
- The ship has sailed: The ship has sailed – Belirli bir fırsat geçti ve artık müsait değil.
- The time is ripe: The time is ripe – Bir şeyi yapmak için doğru veya en uygun an.
- Thinking on your feet: Thinking on your feet – Hızlı bir şekilde uyum sağlama ve hızlı kararlar alma.
- This day and age: This day and age – Bu veya modern zamanlar.
- Tickled pink: Tickled pink – Çok memnun, heyecanlı veya memnun olmak.
- Tie the knot: Tie the knot – Evlenmek.
- Time after time (time and time again): Time after time (time and time again) – Bir şeyi tekrar tekrar yapmak.
- Time flies: Time flies – Zamanın hızla geçmesi.
- Time for a change: Time for a change – Yaptığınız şeyi bırakın ve başka bir şeye başlama zamanı.
- Time heals all wounds (or time is a great healer): Time heals all wounds (or time is a great healer) – Duygusal olarak genellikle bir süre geçtikten sonra yaralanma hissi geçer.
- Time is money: Time is money – Zaman değerli bir şeydir. Bir şeyi yapmadan önce ödeme yapılması gerekir.
- Time is of the essence: Time is of the essence – Bir son teslim tarihine ulaşmak çok önemli veya kritikse.
- Time of one’s life: Time of one’s life – Birisi eğleniyorsa.
- Time on one’s hands (or side): Time on one’s hands (or side) – Bir şey yapmadan önce bekleyebileceğiniz zaman.
- Tongue-tied: Tongue-tied – Sinir veya utanç nedeniyle kendini ifade etmede zorlanma.
- Too many chiefs and not enough Indians: Too many chiefs and not enough Indians – Bir şeyi yapmak için çok fazla ki

Too much (free) time on one’s hand: **Boş vakti bol olmak** - Birinin yapacak çok işi olmamak.

Top banana: **Grubun en önemli kişisi** - Bir grubun en önemli kişisi.

Top dog: **En önemli kişi** - En üst düzeydeki kişi.

Tough cookie: **Zorlu karakter** - Çok kararlı bir kişi.

Tricks of the trade: **Mesleki hileler** - Bir şeyi yapmanın zekice veya uzmanca bir yolu.

True colours: **Gerçek renkler** - Birinin gerçek karakteri.

Turn back the hands of time: **Zamanın ellerini geri çevirmek** - Bir şeyi tersine çevirmek veya geçmişe dönmek.

University of life: **Hayat üniversitesi** - Formal eğitimden daha fazla şey öğrendiğiniz günlük hayat ve çalışma.

Until hell freezes over: **Cehennem donana kadar** - Bir şeyin asla olmayacağı, ne kadar zor veya uzun süre denerseniz deneyin.

Up in smoke: **Duman olmak** - Bir sonuç almadan sona eren bir şey.

Waiting in the wings: **Kuliste beklemek** - Bir fırsat için beklemek.

Walk out on someone: **Birini terk etmek** - Bir partneri terk etmek ve ilişkiyi sona erdirmek.

Wasting time: **Vakit kaybı** - Amaçsız bir şey yapmak.

Well-oiled machine: **İyi yağlanmış makine** - İyi bir şekilde bir araya gelmiş insan grubu veya şeyler.

Whale of a time: **Harika bir zaman geçirmek** - Bir şeyden tam anlamıyla zevk almak.

White as a sheet (or ghost): **Sayfa gibi beyaz (veya hayalet gibi)** - Büyük bir korku veya endişe içinde.

White collar: **Beyaz yakalı** - Ofis çalışanı.

White elephant: **Beyaz fil** - Bakımı pahalı ve özellikle kullanışlı olmayan pahalı bir eşya.

White lie: **Masum yalan** - Nazik olmak ve birinin duygularını incitmemek için söylenen küçük veya zararsız bir yalan.

Whitewash: **Aklamak** - Hataları örtmek veya üzerini örtmek.

Whole nine yards: **Tüm dokuz yarda** - Her şey. Tümü.

With bells on: **Zillerle birlikte** - Bir yere gitmek için çok mutlu ve istekli olduğunuzda.

Wooden spoon: **Tahta kaşık** - Bir yarıştaki son kişi için hayali ödül.

Works like a charm: **Bir büyü gibi çalışmak** - Çok iyi veya beklenildiği gibi çalışmak.

Wouldn’t be caught dead: **Ölü bulunmazdı** - Kesinlikle yapmak istememek.

Year in, year out: **Yıl içinde, yıl boyunca** - Yıllar boyunca her yıl tekrarlanan bir şey.

Yellow-bellied: **Sarı karınlı** - Korkak.

You can’t teach an old dog new tricks: **Yaşlı bir köpeğe yeni numaralar öğretemezsin** - Alıştıkları bir şekilde şeyleri yapmaya alışmış insanlar genellikle yollarını değiştiremezler.

Your guess is as good as mine: **Tahminin benimki kadar iyi** - Cevabı bilmiyor olmak.

English learning Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin