Babasına dikti gözlerini. Babasının altın sarısı gözleri en çokta oğluna nefret ile bakmıştı. Diğer herkese karşı yapmacıkta olsa gülümsemişti, peki oğlunun ne suçu vardı?"Yine niye geldin?!"
Gür sesi, koridor duvarlarına çarparak küçük ülkenin kulaklarında yankılanmış, onun küçük, kırılgan kalbine sert bir darbe indirmişti.
"Baba..."
Göz yaşları bir bir dökülmeye başladığında babası bile ona iğrenir gibi bakmıştı, bir süre oğlunun bedeninde gezdirdi gözlerini. En sonunda sadece düşmanları ile konuşurken kullandığı otoriter, sert, acımasız ses tonu ile kükredi.
"Ne istiyorsun işim var söyle!"
Tahtından kalkıp huzurundaki küçük ülkenin önünde tüm ihtişamı ile durdu. Oysa küçük ülke ne diyeceğini bilmiyordu, bakışlarını yere dikmişti çoktan. Saç köklerinin sızısı ile kaldırmak zorunda kaldı başını, hemen dibine gelen ve saçlarından tutup kafasını kaldırmış olan babasına baktı.
Hala göz yaşı dökerken sıkıca sarıldı babasının bacaklarına, zaten o yaştada boyu anca o kadar yetiyordu.
"Sen ne yaptığını sanarsın!"
Omuzlarının sertçe sıkılması, babasından ayrılması ve en son göğsü üzerine hissettiği bir darbe ile kendini yerde buldu.
"Baba neden beni sevmiyorsun!"
Osmanlı bakışlarını Türkiye üzerinde gezdirdi, konuşurken en ufak bir mimik yapmamıştı.
"Sen, ölmeyi hakeden bir hainsin. Er yada geç cezanı ödeyeceksin!"
Küçük ülke öfke ile inletti koridorları;
"ÖLDÜR O HALDE! NE DURUYORSUNKİ HA? ACI ÇEKMEM HOŞUNAMI GİDİYOR!"
"Bana sesini yükseltme. Henüz idam ettiremeyeceğim kadar küçüksün."
Gerçektende ne kadarda küçüktü bu ufaklık, henüz sekiz yaşındayken bu yaşadıkları ağır değilmiydi onun için?
Küçük ülke dizlerini kendine doğru çekip karnına yapıştırdı, kafasını dizlerinin arasına gömdü. Koskoca sarayın ortasında savunmasızken hıçkırıklara boğulmuştu.
Yumruklarını yere vurdu, vurdu ve vurdu. Defalarca tekrarladı bunu. Hemen ardından saçlarını çekiştirmeye başladı, kendini öldürememek bile acı veriyordu ona.
"Defol git buradan."
Yemyeşil gözlerini babasının altın sarısı gözlerine dikti.
"benim hatam neydi baba..."
"sen başlıca bir hatasın, her zerren bir hata!"
"Alın götürün şunu, akşam yemek vermeyin!"
İki askerin kollarından tutması ile ayakları yerden ayrıldı.
Artık ne karşı koyacak gücü ne de isteği kalmıştı. Göz yaşlarının dökülmesine izin verdi.
Onu tutan iki asker tarafından sertçe yere çarpıldığında dizleri üzerine düşmüştü. Odasına baktı. Bir mapustan farkı olmayan odanın ne bir penceresi ne de yumuşacık bir yatağı vardı.
Arkasında duyduğu ses ile kapının tekrar kapandığını, sonrada kilitlendiğini anladı.
Masanın üstündeki siyah defteri açtı, bir şeyler yazmaya başladı.
Sevgili Günlük...
Ben bu gün ölmek istiyorum...
Babamda ölmemi istiyor, nasıl ölebilirim bir fikrin vardı?Günlük, cennette babalar çocuklarını sever... Değilmi?
Sayfanın sol köşesine damlayan kana baktı, Gözlerinden artık yaş değil kan damlıyordu.
Korku ile odadaki küçük, kırık aynanın önüne attı bedenini, nefesi daralıyordu, kesikleşen solunumları her defasında ciğerini yakıyordu, kapıyı yumruklama başladı, çok uzun sürmedi. Dizleri üzerine çöktü öksürmeye başlamıştı, halsizce gözlerini kıyafetlerine dikti, kana bulanmış kıyafetlerine bakıp gülümsedi.
"ölüyormuyum yoksa, tüm dualarım kabulmü oluyor"
Öksürmeye devam ederken sırt üstü yere attı kendini. Her şey bulanıklaşırken o, hiç çaba sarfetmiyordu Ölmemek için.
...
Askerler endişe ile kapıyı açıp açmama arasında kalmıştı, bir anda kesilen ses ile kapıyı açmaya karar verdiler.
Karşılarındaki ülkenin ufak bedeni kanlar içinde yerde kalmıştı, göğsü hala kalkıp iniyordu. Telaş ile padişahlarının yanına koştu biri, diğeri ise küçük Türkiyenin başındaydı.
Asker padişahın önünde durdu nefeslendi.
"E-efendim Türkiye..."
"Küçücük bir çocuğa bile göz kulak olamadınızmı?!"
"efendim biz odanın önündeydik... Sonra kapıyı yumrukladı, biz çıkmak için yapıyor sandık sonra-"
"Söyle!"
"Kapıyı açtığımızda kanlar içindeydi"
Osmanlı öfke ile tahttan kalktı, koşar adım oğlunun odasına yöneldi.
"Neden benim bu kadar geç haberim oluyor!?"
"affedersiniz efendim, panik yaptık!"
Osmanlı, oğlunun başında duran askeri sertçe kenara itti, oğlunun küçük bedenine baktı. Pişmanlık şimdiden her yanını ele geçirmişti.
"tez vakit reviri hazırlayın..."
Soluk, titrek çıkan sesine kendide şaşırmıştı. Oğlunun kan içinden kalmış bedenini kolları arasına alıp kocaman saray içinde revire koşturdu.
...
Omzundaki el ile bakışlarını arkasındaki adama yöneltti.
"başın sağolsun..."
"sağol Alman..."
Osmanlı, tüm kudretini, asaletini bir kenara bırakıp hıçkırıklar arasında ağlamaya başladı, küçücük oğlunun ölü bedeni revir odasından çıktığında bakamamıştı, başını Alman imparatorluğunun omzuna gömdü.
En büyük düşmanı gibi davrandığı, canından çok sevdiği oğluydu aslında... Eğer oğlu ölmeseydi, büyüdüğünde çok güçlü olacaktı, herşeye hazırlıklı olacaktı, duygularını kontrol edebilecekti. Yada en azından Osmanlı öyle sanmıştı... Onun bu davranışları sadece ve sadece oğlunu intihara sürüklemişti, oğlunun kendisinden nefret etmesine sebep olmuştu... Ruhunu tüm pişmanlığına teslim etti.
...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Pişman -countryhumans- (ONESHOT)
De TodoSon pişmanlık, hiç bir işe yaramıyormuş... Affet beni oğlum.