Kuşların cıvıltısı ve güneşin perdeden sızan ışığıyla zar zor yataktan çıktım. Saçlarımı topladım ve kendimi banyoya attım...
Odama geri döndükten sonra rastgele birşeyler aldım. Giyindikten sonra küçük çantama birtane elma attım ve botlarımı giyinip metroya doğru yürümeye başladım.
Üzerimde beyaz boğazlı bir kazak ve altımda da kazağıme eşlik eden krem rengi kot bir pantolon vardı. Üzerime çektiğim siyah montum beni İstanbul'un soğuğundan koruyordu.
Metro durağına geldiğimde kartımı okuttum ve metroyu beklerken çantamdaki elmayı kemirmeye başladım. Bir kaç dk sonra gözüm kolumdaki saate kaydı ve az kalsın elimdeki elmayı düşürecektim.
İşe geç kalmıştım ve bu ilk defa olmuyordu. 1 aydır geç kalıp duruyordum ve bu utanç verici birşeydi.
Metro geldiğinde koşar adımlarla oraya doğru ilerlemeye başladım. Birkaç insanı itekleyerek önümü açmaya çalıştım ama tam o sırada metronun kapıları kapandı ve hafif hafif hareketlenmeye başladı.
Metronun kapılarına vururken bir yandan da "Açın kapıları!" diyerek yalvardım ama metro çoktan gitmişti bile.
"Lanet olsun, kaçırdım!" Ağzımın içinde bunu geveleyip dururken bir yandan da kalabalık sokaklarda koşar adımlarla ilerliyordum.
Kendimi bir aptal gibi hissediyordum. Bir kere geç kalabilirdim ama bir ay? Herkese rezil olacaktım.
Büyük bir Coffy'de çalışıyordum ve neticesinde oldulça kalabalık bir yerdi, özellikle de böyle bir yer İstanbul'da ise.
Coffy'nin önüne geldiğimde biraz soluklandım sonra dağılan saçlarımı düzeltip kendimi içeri attım. Geldiğimde beni "Yine geç kaldın ve bu 30. geç kalışın oldu!" diyen bir ses karşıladı. Açıkçası bu sesi tanıyordum. Her geç kaldığımda beni milletin önünde azarlayan patronumdu.
Onca azardan ve rezillikten sonra çalışan odasına girdim ve çantamı bir masanın kenarına bıraktım. Küçük bir yerdi ama bize yetiyordu. Çalışan sayısı azdı. Montumu çıkarıp askıya astıktan sonra önlüğümü giyinip tezgahın önüne, siparişleri almak üzere yerleştim. Bir bakıma bazen garsonlukta yapıyordum.
Gözlerim masalarda dolaşırken bir masaya takılıp kaldım. Her gün aynı saatlerde gelir, saatlerce oturur giderdi. Kumral ve hafif uzun saçları, fazlasıyla koyu bir mavi olan gözleriyle bütün müşterilerden farklıydı. İşin garip tarafı ise tatil günlerimde ortalarda görülmezdi... Çantamı unuttuğumda tatilde işe geldiğim ve patronum tarafından eve gönderilmediğim için biliyorum. Bu birkaç kez de gerçekleşti.
Artık ondan şüpheleniyordum. Gözleri gözlerimi bulduğunda ona tehditkâr bir bakış attım ve gözlerini kaçırmasına neden oldum.
Gözleri masum bakıyordu. Bir tarafım "O masum, takma kafaya." diyordu ama diğer tarafım "O sana zarar verebilir. Sürekli seni takip ediyor." diyordu. Çok kararsız kalmıştım yine...
Sanki bir anda bir köprünün ortasına atılmıştım ve iki yoldan başka seçeneğim yokmuş gibiydi. Sağ tarafım onun masum olduğunu idda ederken sol tarafım ondan uzak durmam gerektiğini söylüyordu. Ayrıca acele etmem gerekiyordu çünkü köprünün taktaları çürüktü sanki.
Ben de mal gibi gittim ve sağ tarafta olan masumluğuna koştum. Bu kararı verdiğim gibi pişman olmuştum ama hemen arkamdan köprü de yıkılmıştı.
Gözleri tekrar beni bulduğunda ona şefkatle baktım ve yüzüme küçük bir tebessüm oturttum. Bu gülümseme tabii ki de samimi değildi. Oda aynı şekilde bana karşılık verdiğinde gözlerimi kaçırdım ve işime döndüm.
5-6 dk sonra karşımda dikilmiş bekliyordu. Aramızda bir tezgah bile olsa bence fazla yakındık. Elimde bir bez vardı ve onu hemen arkamdaki kahve makinesinin üzerine bıraktığımda ona dönüp "Buyurun?"
dedim.Koyu mavi gözleri gözlerime kilitlendi. Bir kaç dk öyle durdu sonra gülümsedi.
O öylece dururken benim de sinirlerim bozuldu ve az önce söylediğimi tekrarladım. "Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?"
"Sipariş vericektimde-" derken sözünü kesip başımı iki yana salladım. "Siparişleri ben almıyorum beyefendi." Yanımdaki arkadaşımı göstedim. "Siparişleri o alıyor, ben hazırlıyorum." Bunu sadece onun benden uzaklaşması için yapmıştım ve bu davranışım onu bozguna uğratmıştı.
"Tamam" dedi ve gitti. Arkamdaki bezi tekrar alıp silmeye devam ettim. Gözlerim iki de bir ona kaysada çaktırmadan işime devam ettim.
Akşam çıkış saati geldiğinde önlüğümü çıkardım ve çantamı alıp kapıya yöneldim. Tam kapıdan çıkarken "Nereye gidiyorsun Derya?" diyen patronumun sesini duydum. "Eve?" O an öyle bir afallamıştım ki kimse bu kadar afallayamazmış gibi gelmişti. "Bugün nöbetçisin unuttun mu?" Ağzımın içinde "Lanet olsun," deyip duruken geri tezgaha doğru yöneldim. Gözlerim yine ona kaydı. Her halinden belliydi beni incelediği. Ne yaptığını kestiremesem de koyu gözleri beni baştan aşağı süzüyordu.
Saat gece 12'ye kadar nöbet tutacaktım ki baskıncılar gelirse Coffy'e zarar gelmesin. 12'den sonra da zaten jandarmalar çıktığı için hiçbir soyguncu ortalarda gözükmezdi ama yinede dar sokaklarda dolaşan gizli mafyalar olabiliyordu.
Daha bir saat olmuştuki canım çok sıkılmıştı. Boş durmamak için çantamdan telefonumu ve kulaklığımı çıkarıp, elimede bir süpürge geçirip kendimi dışarı attım. Kapının önünü süpürürken yine onu gördüm. İrkildim ve tekrar olduğu yöne baktığımda bu sefer onu göremedim. Her halde uyku basmıştı.
Yine de şüphelenmeden edemiyordum.
Saat 12'ye geldiğinde çantamı koluma taktım ve dışarı çıkıp arkamdan kapıyı iyice kilitledim. Dar sokaklara doğru yürürken o kadar tedirgindimki bu her halimden belli oluyordu.
Kaldırımda küçük adımlarla ilerlerken bir kıpırtı duydum ve bir daha. Elim bir anda çantamda her ihtimale karşı koyduğum silaha gitti. Aniden silahı çıkardım ve etrafıma doğrultarak kendimi korumaya aldım. "Çık ortaya!"
Silahı daha sıkı kavradım ve etrafımı korumaya devam ettim.
Bir el silah patladı ve bir el daha. Hiçbiri bana isabet etmemişti ama edebilirdi de. Bu sefer tüm gücümle haykırdım. "Çık ortaya, çabuk!"
Üzerinden daha birkaç saniye bile geçmeden bir el silah daha patladı ve ayağımda şiddetli bir acı hissettim. Elimdeki silah yere düştü ve elim kanayan yarama gitti. Bir el silah daha patladı ve sonra hareketlenme hissettim.
Acılı haykırışlarım inlemeye dönüşürken İstanbul sokakları inliyordu.
Düşmüştüm ve yine kendim kalkmak zorundaydım.
Çünkü yanlızdım.
Annemi 9, babamıda 18 yaşımda kaybetmiştim. Babamı da pek sevmezdim zaten. Yine de ruhen yaralıydım. İşte o zamandan beri düştüğüm zaman kendimi kaldırmak zorundaydım.
Çöktüğüm yerde kanamamı durdurmaya çalıştım ama fazla kan kaybettiğimin kanısına varabilirdim.
10 dk dayanabildim. Ayağı kalkamadım. Gözlerim kapanmaya başladığında en son hissettiğim beni taşıyan bir vucüt ve koyu mavi gözlerdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Asma Köprü
Non-FictionSon evrakta da gözlerimi gezindirdim ve dosyayı kaldırdığımda içimi acıtan o görüntüyle karşılaştım. Bir fotoğraf karesi ve eski. İçindekiler de isyandan yeni çıkmış gibi görünen dört çocuk...