ŞEY

7 0 0
                                    

Papua Yeni Gine, Körfez İli, Kaintiba Şehri, Kaintiba Havalimanı

"Papua Yeni Gine diye tutturmuştun, işte geldik" dedi genç kız eliyle arkadaşına dağlardaki zümrüt yeşili ormanları sunarmış gibi bir hareket yaparken. Kızıl saçları ve kısa şortunun ortaya çıkardığı biçimli ve uzun bacaklarıyla hemen herkesin kolaylıkla hayran olabileceği kadar çekiciydi, ismi Buse'ydi. Yüzünden eksik olmayan gülümsemesi nedeniyle çok sıcakkanlı, enerji dolu ve dost canlısı bir duruşu vardı, hemen hemen herkesin iyi niyetli olduğunu varsayardı. "Evet, burada olmaktan da çok mutluyum" diyerek karşılık verdi esmer ve uzun boylu arkadaşı Ahmet. Saçları ve sakalları yer yer beyazlamış olmasına rağmen henüz genç ve dinçti, kaslı ve heybetli vücut yapısıyla hiçbir meydan okumadan korkmayan bir görüntüsü vardı. Adam saatine baktı, saat sabahın onuydu. Bulundukları yer uzun çimlerle dolu bir düzlüktü. Biraz önce başlayan çisenti henüz sona ermişti, gökyüzündeki bembeyaz bulutlar seyrek bir halde maviliklerin üzerine serpiştirilen taranmış pamuk parçalarına benziyordu. Ortalığı çimen kokusu kaplamıştı, biraz da toprak. "Biraz sola kay" diye Ahmet'i hafifçe manzaranın ortasına doğru itti gözlüklü ve şişman adam. Ardından dijital fotoğraf makinasıyla "şak" diye bir poz fotoğrafını çekti ve görüntüyü ona gösterdi. "İşte, Papua Yeni Gine hatıran" dedi ve gülümsedi, "Biliyor musun, ben de seninle aynı fikirdeyim. Uçak ve kara yolculuğu çok sarsıcı ve uzundu, ama galiba hepsine değecek. Şu manzaraya baksana." Şişman adamın adı Mazhardı, orta yaşlıydı, kirli sakalları vardı ve hemen her zaman dinlerken insanı yoracak kadar zekice konuşurdu. "Muhteşem ama değil mi?" diyerek başını salladı Ahmet, "Bir an önce şu dağlarda yürümek için sabırsızlanıyorum." "Yürüyebilirsek tabii" dedi Didar karışmış, uzun, sarı saçlarını elleriyle ikiye ayırırken, yüzüyle birlikte sivilceleri de ortaya çıktı, orta boylu ve cılız bir kızdı, gören o kocaman sırt çantasını nasıl taşıdığına hayret edebilirdi. Hayatın tadını çıkarmak istiyordu, ama zahmetsiz yoldan, gülün dikenleri batmadan. Bu yüzden sürekli söylenirdi, bir bebek gibi ilgi isterdi. Arkadaşları onun bu huyuna artık alışmıştı. Kız yerde gördüğü bir çiçeği kopararak kulağına taktı, bir kelebek üzerine hücum etti, Didar eliyle hücumu püskürttü. Sonra çantasından tansiyon hapıyla bir şişe su çıkararak ilacını içti, ilaç kutusuyla birlikte yarı dolu şişeyi tekrar çantasına yerleştirdi. Ilık bir rüzgar yüzlerini yalıyordu. Alabildiğine uzanan bir sessizlik vardı, uzaklarda birkaç yerli gülerek onları izliyordu. "Yürürüz yürürüz, çalı çizecek, dal çarpacak, taş batacak, bunun tadı böyle çıkar" diye sağ yumruğunu sol avuç içine vurdu Sarp, sonra sempatik bir şekilde güldü. Bakımlı, ince bıyığı, yana doğru ayrılmış saçları, kalın bedeni ve orta boyuyla çok sıradan bir görünümü vardı adamın, bir AVM'de hiç dikkatinizi çekmeden saatlerce etrafınızda dolaşabilirdi. Aradaki fark okunan gazete ve dergi sayısıydı. Sarp yakında sosyoloji doktoru olacaktı, tabii daha önce iktisat tarihi doktorası yapmıştı. Babası zengin olan adamın çalışmak gibi bir zorunluluğu yoktu, bu sayede rahat rahat akademik iştahına öncelik verebiliyordu. "Yalnız her şeyden önce bir rehber bulmamız lazım" diyerek başını kaşıdı Mazhar. "Bulundu bile" dedi Buse, "Ahmet rehberi çoktan ayarladı, yani zorlu bir yürüyüşe hazır olun." "Biz hazırız" diye bıyıklarını düzeltti Sarp. "Daha hazır olamazdık" diyerek onayladı Mazhar sırt çantasını şöyle bir sallayarak kayışlarını omuzuna iyice oturturken, onu gören diğer grup üyeleri de aynı şeyi yaptılar. Yarım saatlik bir bekleyişten sonra üzerlerinden geçen bir helikopter düzlüğün yakın ucuna iniş yaptı. İleride, uzaklarda, sırt çantası ve değneğiyle uzun boylu, sakallı ve siyahi bir adam belirdi, bekleşen beş kişilik grubu görünce onlara doğru yürümeye başladı. Ahmet onu yarı yolda karşıladı ve İngilizce bir şeyler konuştu, sonra eliyle diğerlerini çağırdı. Adamı getiren helikopter havalanıp uzaklaşırken Buse, Mazhar, Didar ve Sarp hemen çağırılan yere doğru harekete geçtiler, rehberin yanına vardıklarında adam hepsiyle tek tek el sıkıştı. Birlikte bir müddet yüksek dağların eteklerine doğru yürüdüler, hedeflerine vardıklarında düzlükler ani bir şekilde yerlerini sık ağaçlıklara bıraktı. Rehber kendisinin geçtiği yerlerden geçmelerini ve gerekmedikçe hiçbir şeye dokunmamalarını söyleyerek sık ağaçlıkların içine ilk adımı attı, sonra el işaretiyle kendisini takip etmelerini istedi. Tek sıra halinde üzerlerine uzanan dalları kenara iterek ormanlık alanın içinde ilerlemeye başladılar. Rehber bir yandan sopasıyla yollarının üzerindeki ince dalları kırdı, bir yandan da İngilizce o günkü programı anlattı. Önce bir müddet yürünecek, sonra rehberin iyi bildiği bir açıklıkta kamp kurulacak, öğle yemeği yenecek, ardından siyahi adam kampın etrafını gezdirecek, akşamüstü kamp malzemeleri toplanarak bir süre daha yürünecek ve geceyi geçirmek üzere bir başka açıklıkta yeni bir kamp kurulacaktı. Temiz orman havasını içlerine çekerek, ağır aksak iki saat kadar ilerlediler, yemyeşil yapraklar yüzlerini yaladı, ayaklarının altındaki dallar çıtırdayarak kırıldı. Bazen grup üyeleri gökyüzüne uzanan ağaçlara bakmak için birkaç saniyeliğine duruyor, sonra yürümeye devam ediyordu, etraf kuş sesleriyle doluydu. Bir pınar gördüler, buz gibi, tertemiz su kıvrıla kıvrıla ağaçların arasında uzaklaşıp gözden kayboluyordu, rehber suyun içilebildiğini söyledi. Birkaç yüz metre kadar daha tırmandıktan sonra ilk kamp açıklığına vardılar. Turist kafilesi ilk iş olarak nefes nefese yere oturdu, rehber de onlara katıldı. Biraz nefeslendikten sonra bir kamp ateşi yaktılar, sosislerini kızartıp kolanın yanında, ekmekle birlikte yediler. Burada kendilerinden daha önce de kamp ateşi yakıldığı yarı yanmış veya tamamen külleşmiş dallardan rahatlıkla anlaşılabiliyordu. Rehber civar alanların güvenli olduğunu, turist kafilelerini gezdirdiği bölgeler arasında bu bölgenin de bulunduğunu, daha önce sayısız defalar dağın bu bölümlerinde dolaştığını anlattı. Eğer beklenmedik bir durum olursa pınardan çıkan suyu takip ederek veya sürekli yokuş aşağı yürüyerek ormanlık alandan çıkabileceklerdi. Pınarın iniş yolu üzerinde bir yerli köyü vardı ve kabile çok misafirperver insanlardan oluşuyordu, acil hallerde oradan yardım alabileceklerdi. Etrafta bir gezintiye çıktılar. Bulundukları açıklığın etrafındaki ağaçlar, diğer bölgelere göre daha seyrekti, aralarında rahatlıkla dolaşılabiliyordu. Buralarda da insan izleri vardı: Kağıt poşetler, birkaç pet şişe, sigara izmaritleri, silindir şeklinde insan yapımı bir çukur, hatta bir çalının arkasında kurumuş bir parça insan dışkısı. "Ay, iğrenç!" dedi Didar, "Yuh artık!" "Ne yapsınlar Didar?" diye güldü Ahmet, "Burada tuvalet mi var?" "Bizim de başımıza gelecek bu, boşuna kınamayın, hepimiz aynı şeyi yapacağız" diyerek ağzını kapatıp bir adım geri gitti Buse. "Benim merak ettiğim şu: Acaba biz ne zaman insan eli değmemiş yerlere gideceğiz?" diye kaşlarını kaldırdı Mazhar. "Rehber söyledi ya, bize güvenli yerleri gezdiriyormuş" dedi ve yüzünü buruşturdu Sarp, "Ama böyle de hiçbir şeyin tadı çıkmıyor." "Hatta boku çıkıyor" diyerek söylendi Ahmet. "Ne düşündüğünüzü galiba biliyorum, ama insan eli değmemiş yerlere gitmemek en başta sizler için güvenli" dedi rehber İngilizce. Gördükleri manzarayı unutmaya çalışarak gezintiye devam ettiler.

THE THINGWhere stories live. Discover now