-
-.
Kupamdaki sütümü yudumlarken etrafımı saran toz pembe duvarlara baktım. Evliliğimizin ilk günlerinde onunla burada çok güzel zamanlar geçirmiştik. Ben sabah kahvaltısını hazırlarken o duştan yeni çıkmış belindeki havlusu ile belime sarılıyordu. Alnına dökülen ıslak saçlarındaki damlalar yanaklarıma ve yüzüme damlarken dudaklarıma küçük öpücükler konduruyordu.
Kahvaltı masasında o simsiyah kahvesini yudumlarken ben çilekli sütümü içiyordum. Üstündeli üniforması beni her zaman etkilemişti. Onu giydiğinde gerçekten o kadar yakışıklı oluyordu ki.
Sonra o evden çıkarken ben dudaklarını öpüyordum. Ardından kendi çantamı alıp stüdyoya gidiyordum. Ailemin yapmamdan nefret ettiği o danslar bana cenneti yaşatıyordu. En azından ben öyle olduğunu düşünüyordum. Ama artık öyle olmadığının farkına varmıştım.
Bana cenneti yaşatan danstı ne de başka bir şey. Sadece Jeongguk. Bana cenneti yaşatan oydu. Cennet oydu. Ondan ibaretti. Cehennem kabuğunun altına yatan cennetini bana sunmuş ve orada kalmama izin vermişti. Hiç kimsenin bana ulaşmasına izin vermemiş kabuğundaki ateşi daha da ısıtmıştı. Kıskançtı. Ateşi beni yakmaktansa sanki kar fırtınasında şöminenin karşısında yün yorganıma sarılıyormuşum gibi hissettiriyordu. Sadece mayışıyordum onun sıcaklığı karşısında.
Şimdi ise kar fırtınası camlarımı açmış ve şöminemi söndürmüştü. Ben ise hala koltukta yorganıma sarılmış haldeydim. Artık sıcak yoktu. Üstümdeki yorganı bırakıp odunları alıp camlarımı kapatmam gerekiyordu. Ama ben yorganın altından çıktığım anda buz tutacakmışım gibi hissediyordum.
Evimizdeki altıncı günümde artık düşüncelerimi iyice toplamıştım. Bu şekilde devam etmem mümkün değildi. Karnımda büyüyen bebeğimden ailem dışında kimsenin haberi yoktu. Üç aydır doğru düzgün dışarı çıkmamıştım. Artık askeriyeye gidip neler döndüğünü öğrenmeliydim.
Başıma geçirdiğim beyaz berem ve üstümdeki beyaz montumla karda kendimi yok etmek istemiştim. Yüzüme doladığım toz pembe atkım olmasa muhtemelen burnum kıpkırmızı olurdu. Ayağımdaki pembe botlarım ise karda yürürken gıcır gıcır sesler çıkarıyordu. Ben ise kafamda Yoongi ile ne konuşacağımı düşünüyordum. Konuyu nasıl açacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Onunla Jeongguk'un yakın olduklarını biliyordum. Bir kaç defa beraber yemek yemiştik. Sert görünse de özünde sevdiklerine karşı yumuşak birisiydi.
Elimdeki telefonumdan ona geleceğimi haber vermiştim. Şu an muhtemelen askeriyenin kapısında beni bekliyordu. Adımlarımı hızlandırdım. Rüzgar açıkta kalan gözlerime çarptıkça ben gözlerimi kısıyordum. Kapıdaki silüeti gördüğümde heyecanla daha da hızlı yürümeye başladım. Tam duracağım sırada buzlu yere bastığımı fark ettim. Dengemi kaybedip yere yapışacağım sırada koluma tutunan eller buna engel oldu.
"Teşekkür ederim." Başını önemi yok dercesine salladı.
"İçeri geçelim. Konuşmamız uzun olacağa benziyor." Başımı evet anlamında salladım. Binanın kapısından girerken yüzüme vuran sıcak hava ile anında mayışmıştım. Tam şu anda bir köşeye kıvrılıp uyumam istiyordum.
"Otur lütfen. Montunu bana verebilirsin." Üstümdeki montu çıkarıp ona vermiştim. Başımdaki beremi ve atkımı ise oturduğum deri koltuğun kenarına koymuştum. İçerisi tahmin ettiğimden de sıcaktı. Bu yüzden ceketimin önünü açmıştım.
"Nasılsın?" Söze nasıl başlayacağımı bilemediğim için direk konuya girecektim. "Neden geldiğimi zaten sen de biliyorsun."
"Daha önceden gelmeni beklerdim." Yutkundum.
"Ailem izin vermedi. Ayrıca onun öldüğünü sanıyordum. Ama o-" Boğazım düğümlenmişti. "Ölmedi. Değil mi?" Gözlerine bakmıştım. Bana bir cevap vermemişti. Bir kaç saniye gözlerime baktıktan sonra bakışlarını masaya çevirdi.
"Sen cevabı biliyorsun zaten. Bana sormana gerek yok." Bilmiyordum. Bunlar yine benim gördüğüm bir kaç saçma halisünasyon muydu yoksa gerçekten Jeongguk muydu emin olamıyordum.
"Ben hiç bir şeyi bilmiyorum. Buraya ise cevabımı almaya geldim. Lütfen dürüst ol. Sana söz veriyorum asla kimseye söylemeyeceğim." Derin bir nefes aldı. Kafasında kelimeleri toparlamaya çalışıyordu.
"Hamile olduğunu bilmiyordum." Yutkundum.
"Ailem ve terapistim dışında kimse bilmiyor. Üç aydır evden çıktığım yok ve ben artık kafayı yemek üzereyim." Burnum sızlamıştı. Ağlamak istemiyordum. "O burada mı? Yaşıyor mu?"
"Yaşıyor ve burada." Gözlerime akın eden yaşlar artık gözlerime sığmadı ve yanaklarımdan çeneme doğru aktı. Konuşmak için dudaklarımı araladığımda hiç bir şey söyleyemedim. Masanın üstünden bana uzatılan bir bardan suyu gördüğümde bunun beni biraz rahatlatacağına kanaat getirip bir kaç yudum aldım.
"Ne zaman gelecek bana?" Sadece buydu. Önemli olan ve benim istediğim tek şey buydu.
"Burada. Şu an burada." Kulaklarım çınlamaya başlamıştı. "Senin için geldi. Kapının arkasında senin hazır olmanı bekliyor." Dudaklarımı ısırdım. Ellerim titriyordu. Titreyen sesimle ona cevap verdim.
" Hazırım. Lütfen gelsin. Ne olur gelsin. Sadece gelsin." Yoongi bakışlarını benden kapıya çevirdi. Anında başım kapıya döndü.
"Jeon Jeongguk. İçeri gir." Bir kaç saniye oluşam sessizlikten sonra kapı koku indi. İçeriye giren siyah kar botları ve yeşil üniforma her askerde vardı ama bir tek onda bu kadar mükemmel durabilirdi. Oturduğum yerden kalktım ve ona doğru bir kaç adım attım. Sanki törene katılacakmış gibi özenliydi. Gözlerini gözlerimden çekmiyor ve bana özlemle bakıyordu.
"Jeongguk." Söyleyebildiğim tek kelime onun adı olurken aylar sonra öldüğünü sandığım eşimin karşımda sapasağlam duruyor olması bana gerçek gelmiyordu. Ona doğru adımladım ve ellerimi yanaklarına çıkardım. Olduğu yere çivilenmiş gibiydi. Asla hareket etmiyordu. Sadece bakıyordu. Avuçlarımdaki sıcaklığı hissettiğim zaman ağzımdan kaçan hıçkırık ile konuştum.
"Bu sefer delirmedim. Bu sefer halisünasyon değilsin. Gerçeksin." Dudaklarım yukarı kıvrıldı. "Benim Jeongguk'umsun." Gözlerim karardı ve titreyen bacaklarım beni taşımayı bıraktı.
.