Bu saatleri hiç sevmiyordu Anıl. Gergin hissediyordu okula giderken. Babası yoktu, tek çocuktu, mutsuzdu. Daha doğmadan yetim kalmıştı. Evine çok uzak olmayan okula her gün kendisi gider gelirdi. Günleri hep aynıydı Anıl'ın. Teyzesi de öleli bir yıl olmamıştı. Dünyada bir tek biricik anacığı kalmıştı yanında.
Şansına yağmur başlamıştı. Anasının verdiği yeleği giydi. Bu yelek ona uzun geldiğinden onu sevmiyor gibi görünebilirdi, ama onu seviyordu. Babası kokuyordu o yelek. Şapkası olmadığından ıslanan saçları çılgınca dans eder gibi rüzgâra ayak uyduruyordu. Adımlarını hızlandırdı. İleride okula giden iki kardeş gördü. Gülüşerek yağmurun altında yol alıyorlardı. Anıl, hüzünle gülümsedi. Kendisiyle birlikte yağmurun altımda şakalaşan, ona eşlik eden bir kardeşinin olmasını ne çok isterdi! Birden durdu, düşündü. Kimsesi yoktu. Anacığını da kaybederse ne olurdu? Tek başına ne ederdi? Kendisi daha küçücüktü. Annesi gözü önüne geldi. O zaman anladı; annesini kaybederse, ortada kalakalmaktan başka hiçbir fikri yoktu. O, 'umutsuz vaka' idi...
Okula gelmişti, sınıfa girdi."Hey, bakın! Bizim sihirbaz yine geç kaldı. Hahaha!"
'Sihirbaz' derken üstündeki âdeta kendisini yutacak kadar bol ve şekilsiz olan yeleği kastediyordu.
"Sus Ömer! Sen Anıl, bir daha geç kalırsan ne yazık ki ceza vermek zorunda kalacağım. Şimdi otur!"
Öğretmeninin sözü üzerine arkadaşlarının alaylı bakışları arasında yerine oturdu.
"Evet çocuklar, derse devam ediyoruz."
Dersi dikkatle dinlemeye çalışan, yine de beceremeyen Anıl, çalan zil üzerine derin bir nefes aldı. Öğretmeninin ders boyunca ona sorduğu soruların hepsine dağılan dikkati ve ağrıyan başı yüzünden yanlış cevap vermişti.
Teneffüste o Ömer denen çocuk her zamanki gibi bütün teneffüs boyunca onunla alay edip eğlenmekten hiç bıkmadı.Ama o böyleydi, ne yapabilirdi ki? Tek yapabildiği şey unutmaktı, unutmak... o, yetim bir çocuk, o, babasının ismini bile bilmeyen o, bilmem nerenin başkentini mi bilecekti? Satırlarca üşenilmeden yazılmış matematik problemlerini mi çözecekti? Peh, hepsi boş! Anıl bazen çok büyük bir yükün altındaymış gibi hissediyordu kendini. Teneffüsün bitmesine az kala babası aklına geldi, lavaboya koştu. Kustu, kustu... içindekileri atmak istiyordu, her şeyi, geçmişi...
Gözleri yarı yaş yarı kuru sınıfına yöneldi. Birden bir motor sesi duydu. Bu sesi korna sesi, kapı sesi, haykırışlar ve uğultular takip etti. Aşağıdan geliyordu. Anıl hızla aşağı indi, çok büyük bir kalabalık vardı. O sırada halkı selamlayan bir ihtiyar gördü. Oldukça genç ruhuna bakınca aslında ihtiyar diye hitap edilemeyecek olan adamı gören çocuk kocaman açtı gözlerini. O, kitapları dillere destan ünlü yazar İshak Sarıyel'di! Istanbul'da yaşıyordu, buraya neden gelmişti? Bu küçücük köye, dosdoğru onların okuluna? Onunla göz göze gelmek istercesine kalabalığı yarmaya çalıştı. Uzaktan bakınca bile çocuklara olan sevgisi görülüyordu. En sonunda onun yakınına gelebilmişti. Ve tek bir cümle söyledi adam, Anıl'ın hiç beklemediği bir cümle."Yeleğini beğendim, ufaklık.
Anıl yağmurdan doluya tutulmuştu sanki. Adam bu lafından sonra gözlerini kıstı ve etraftan bir kıkırdama yükseldi. Hayal kırıklığıyla kalabalıktan fırladı.
"Ne kadar da aptalım!" diye fısıldadı.
Merdivenlerden uçarcasına çıkarkense kendisine şu soruyu sordu:
"Zenginlerin fakirlerle işi ne ki zaten?"
Sınıfına girdiği anda yeleğini cıkardı. Nefret dolu bir bakış attı elindeki paçavraya. Anıl bikiyordu kendisinin hel dalga konusu olacağını.
"Fakirleri deli sanıyorlar. Bize acıyorlar." diye düşündü.
Yine babası aklına geldi. Of, yumuşamadan edemiyordu! Yeleğe sarıldı. Doldurdu ciğerlerini, derin derin, güçlü güclü.
"Kimse beğenmezse de ben seni seviyorum." dedi huzur ve nefis kokulu yeleğe...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Demet Sevinç
Short StoryEvet, bu hikayeye girdiysen ve yazıları okuyorsan, neden girdiğini merak ediyorum dostum. Genelde şöyle yazarlar, "Bu cümleyi okurken kaşların çatılıyor ve ne demek istediğimi merak ediyorsun." Ama öyle değil. Öyle yazmayacağım. Çünkü ben seni duyam...