Gözlerimi açtığımda babamın 2000 model İmpala'sının ön koltuğundaydım. O an bunun bir rüya olduğunu anladım çünkü babamın canından çok sevdiği İmpala'sını kaybettiği günden beri başka bir araba almaya yetecek parası hiç olmamıştı. Başımı çevirip yan aynasından kendime baktım. Yanaklarımda birkaç sivilce rastgele konumlanmıştı, uzamış saçlarım gözlerimin önüne düşmüştü ve yanaklarım şu an olduğundan daha dolgundu. On altı yaşındaki Jaemin'di bu. Sinirlendiğinde hep yaptığı gibi dişlerini sıkıca birbirine kenetlemişti ve renksiz dudakları uzun ince bir çizgi halini almıştı. Sonra başını tekrar çevirip babasıyla tartışmaya girişti. O andan itibaren ben her şeyi onun perspektifinden gören bir seyirciydim sadece. Bağırışlarını durduramıyor, sesini kısamıyor ve yumruk yaptığı elleri açamıyordum. Yapabilseydim, onu durdururdum. Çünkü biraz sonra ne olacağını adım gibi biliyordum. Babamla kavgamızın bir çığ gibi büyüyeceğini ve öfkeden gözümün döneceğini biliyordum. Neden dört yıl öncesinde kalmış paslı bir anıyı geri getirmeye karar vermişti bilinçaltım? Ben hatırlamak istemiyordum halbuki. Gözlerimi açtım.
Güneş daha yeni doğmuştu. Bugün antrenman veya dersim olmadığından öğlene kadar uyumayı planlamıştım ama kabuslarım işi bozmuştu. Bir daha uykuya dalmak içimden gelmiyordu. Evdeki sessizliğe bakacak olursak babam evde değildi. Uyuşukca yorganımı üzerimden attıktan sonra kalkıp elimi yüzümü yıkadım. Etraf o kadar dağınıktı ki banyodan çıktıktan sonra odama dönemeden ayağımla beş altı içki şişesini devirmiştim bile. Ortalığı toparlamam gerekiyordu artık. Her seferinde evin bu hale geleceğini bilmeme rağmen belki babam, evde adım atacak yer kalmayınca kendi temizlemeye girişir diye bekliyordum. Yine her seferinde, babam asla sorumluluk almıyordu ve benim kendi çapımda yaptığım evin hiçbir köşesine dokunmama protestom da tıpkı bugün olduğu gibi bir haftasonunda ayağıma dolanan birkaç cam şişeyle son buluyordu.
Önce parkeyi bir halı gibi kaplayan bira kutularını koca bir çöp poşetine doldurdum. Orta sehpasının üzerindeki, cesetler gibi birileri tarafından toplanılmayı bekleyen dağınık piyango biletleri ve yiyecek paketlerini attım. Her yeri temizleyip düzenledim. Eve aniden biri gelse burada alkolik ve sorumsuz bir adamın yaşadığını anlayamazdı artık.
Çöpü çıkarmak için apartmanın merdivenlerinden indim. Ellerimdeki ağır poşetlerden kurtuldum. Tişörtümün koluyla alnımı sildim.
"Hey!"
Duyduğum tanıdık sesle arkamı döndüm. Onu her görüşümde parmaklarının arasından eksik olmayan sigarası ve omzundan düşmeyen postacı çantasıyla Donghyuck'tu bu.
"Selam. Uzun zaman oldu," dedim ben de. Donghyuck'un suratını en son iki üç ay önce görmüştüm sanırım. Son görüşümden bu yana iki üç yaş büyümüştü sanki. Halbuki benden bile küçüktü. Alnının saçlarıyla örtülü olmayan bir iki santimlik açıklığında sivilce izleri belli oluyordu. Zor bir hayatı olmalıydı ama detaylarını bilecek kadar yakın değildim Donghyuck'a. Arada bir apartmanın arkasında sigara içerken laflardık.
"Öyle," dedi sigarasını uzun uzun içine çektikten sonra, "Nası' gidiyo'?"
Omuzlarımı silktim, "Her zamanki gibi. Seni hangi rüzgar attı?"
"Annemi görmeye geldim," dedi yere attığı izmariti botunun ucuyla ezerken. Ellerini pantolonunun cebine koyup çöp kutularının arkasındaki tele yaslandı. Rahat ama tetikte bir havası vardı Donghyuck'un hep. Benden genç olmasına rağmen yine de içimden ona saygı duymak geliyordu. Muhtemelen bu, onun hakkında ilk izlenimimden kaynaklıydı. Şimdi bana neredeyse donukça bakan gözlerini, bir keresinde öfkeyle yanıp tutuşurken gördüğümdendi.
Donghyuck'la gözlerinin yanıp tutuştuğu o anda tanışmıştım. Eve daha geç girebilmek için apartmanın önünde oyalanıyor, paketimden çıkardığım dalları ardı ardına yakıyordum. Az ileride takım elbiseli bir adam, kısa saçları dağılmış bir kadınla kavga ediyordu. Kadını daha önce görmüşlüğum vardı, yan dairede olturuyordu. Kadını gördüğüm her seferinde saçları dağınık oluyordu. Odamdan onun yan dairede gülüşünü ve şarkı söyleyişini işitebiliyordum. Bazen kendi kendime öylece otururken hala kanlı canlı olduğumu hatırlatan şey kısa saçlı kadının sesli yaşantısı oluyordu. Ben böyle bir hayata alışkın değildim. Bizim evimiz ben kendimi bildim bileli içinde kimse yaşamıyormuş gibi sessiz olmuştur hep. Annem yan dairedeki kadın gibi kahkalar atmaz, arkadaşlarıyla telefonda uzun uzun muhabbetler etmez ve şarkı da söylemezdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
home sign - nomin
FanfictionLee Jeno, büyük bir şefkat ve sıcaklıkla öptüğü bu ellerin onu bir zamanlar uçurumun kıyısından ittiğini bilmiyordu. jeno×jaemin ©ole4ander 020824