19:58
yaraların derinliklerine akan zehir,
kana işleyen gölgeler.
mısraların suskunluğu,
denizin coşkunluğu.
içten içe mahveden,
günümü güzelleştiren.durduramam bu sesi,
elimden kayıp giden.
kahraman gibi cesurdur,
kuğu kadar zarifinden."hevesimi kaçırıyorsun" dedi Lowell.
karşısında ki Dahlia'nın ormanlarına alev atacağını düşünmeden. içinde ki güvercinin rengi git gide soluyorken, kalbinde ki hissler, kara dumanlara sarılıp gidiyordu. yerini kaplayan: acı, hüzün, keder ve anlam veremediği pek çok duygulardı kafasını karıştıran. ne kendine soz geçirebiliyordu ne de kalbine. o da biliyordu zor olacağını. o da biliyordu olmayacağını. vazgeçmek ister miydi? elbette. ama hiçbir dalga kumdan kalesini yıkacak kadar cesaretli değildi.o da haklıydı kendince. sonuçta dumanı değildi mevzusu. kalbinde ki acıların derinliğiydi arzusu. görmek için gözleri, duymak için seslerdi muhtaçlığı. sözlerde ki, ağırlıktı canını yakan. aklında ki tek şeyse, kanadı kırık güvercinin hayatıydı.
yüzüne düşen yapraklar, acıtıyordu canını. hissetmese de yarayı, istiyordu acıyı. çelişiyordu kendi ile. ne istediğini bilse de. gözlerin kızarıklığı ve onlardan düşen incilerdi, karası. derdi büyüktü oysa. geri istiyordu mavi'sini. oysa, göklerin maviliği, toprağın serinliği, işini zorlaştırıyordu. huzura kavuşurdu, gözleri. eğer "uyusaydı", tabii.
"sadece sen",-dedi, dudakları birleşirken. "sadece git",-dedi, ağlamaktan dolan gözlere bakarken. yaşamına sebep olan her şey, ölümüne işaretti.