"konuşmaya geldim."
yalan söylemeyi severdi barış. beni üzmeyi, üzdüğü kadar heyecanlandırmayı ve özellikle de üzerimde hayal kırıklığı yaratmayı prensip haline getirmişti. pişmanlık yoktu kitabında, bencillik ise neredeyse tüm lügatıydı. bu gece burada olması da bundandı, bencilliğinden.
onu beklemeyi reddettiğim fakat kendimle çelişerek gelmesi için kapı önünde nöbet tuttuğum bir anda çalmıştı kapımı. elinde ona henüz sınıf arkadaşıyken verdiğim paslanmış zincir kolye vardı. beni anılarımdan, onunla geçirdiğim tüm zamanlardan vurmaya geldiğini anlamama rağmen almıştım içeri.
ikimizin de merkezi oydu. barış kendini ne kadar önemsiyorsa ben de onu o kadar önemsiyordum. o beni ne kadar bir nesne olarak görüyorsa ben de kendime duyduğum tüm saygıyı onun karşısında o kadar yok sayıyordum.
konuşmaya geldim diyordu. bu geceki yalanının başladığı yer tam da burasıydı. ona bir şeyler ikram etmeyi aklımdan dahi geçirmediğim on dakikalık zaman diliminde konuşmamış uzun uzun susmuştu. arsız bir istekle parlayan gözleri aramızdaki mesafeye rağmen sadece dudaklarıma yöneliyordu.
"anahtarımı ver." dedim avucumu açıp ona doğru uzatırken. başını iki yana salladı. o an anladım, bu gece biz değil keçileri bile kıskandıran inatlarımız sevişecekti. sıkıntılı bir nefes verip elindeki zinciri çevirerek parmağına doladı. "o anahtar benim." kendinin farkında olarak konuşuyordu, ona teslim olmamın sanıldığından daha kolay olduğunu bilerek.
yerimden doğruldum. günlerdir içinde kavrulduğum huzursuzluk müthiş bir karın ağrısı olarak döndü. ellerimi biraz daha derdi sırtlarsa ağarmaya başlayacak olan saçlarıma daldırdım. "ilk zamanlar arzularımıza çok yenik düştük." gergin hallerime rağmen büyük bir sakinlikle döndüm ona. sırtını koltuğa iyice yaslamış ve kaşlarını alabildiğince çatmıştı. "ama artık kötü hissettiriyor barış."
son cümlem yüzündeki tüm gerginliği alıp yerine ukala bir gülümseme getirdi. onun vicdanına dokunmak bulutlara dokunmaktan çok daha zordu. unutuyordum bazen. onu her şeyden çok seven yanıma yenik düşüyor, beni biraz olsun anlayacak sanıyordum.
zincirini orta sehpanın üzerine gürültüyle bıraktıktan sonra ayaklanıp karşıma dikildi. sürekli kolyeyle uğraşmaktan terleyen elleri tişörtümün açıkta bıraktığı kollarımı sıkı sıkı kavradı. "kötü hissettiren şey seks yapmamız mıydı? ben yapamadığımıza bozuldun sandım." hayretle baktım yüzüne. bu kadar kötü oluşuna, beni kırmaktan hiç korkmayışına aşina değilmişim gibi daha çok şaşırdım.
yüzüm ekşidi istemsizce. suratına tükürdüm.
refleksle kapanan gözlerinin altında yay gibi gerildi dudakları. gülüyordu. sinirimi altüst ettikten sonra ona iltifatlar yağdırmışım gibi utanmadan gülüyordu. fazla kızamadım. ona bu hakkı veren bendim en nihayetinde. kendimi onun karşısında küçük düşürmekten bir an olsun geri durmamıştım. tüm sancılarımın mimarı ondan önce bendim.
araladığı gözlerini geldiğinden beri yaptığı gibi dudaklarıma çevirdi. hep dudaklarımaydı zaten ilgisi. gözlerime uzun uzun bakamazdı mesela, baksaydı görürdü beni. anlardı, belki kırmaya çekinir ve ağzından bıçak gibi keskin cümleler değil bal damlatırdı. bakmazdı. anlamazdı beni.
ateşini üzerime attı beklemeden. gözleri, görevini dudaklarına devredince hırsla dayandı dudaklarıma. ezildim. her zaman yaptıklarına karşılık kendimi ilk kez bu denli kaybolmuş hissettim. onun için kıvrandığım saatlerden farklıydı bu. istemiyordum.
ellerimi göğsüne bastırıp onu kendimden birkaç adım uzaklaştırdım. duygularından arınmış görüntüsü göğsümü sıkıştırdı. adil bir oyun değildi bu. "uzatma ismail." dedi, tekrar kollarıma tutunup yüzüme doğru eğilirken. bu kez daha kuvvetli ittim geniş kıyafetlerinin arkasına gizlenmiş yapılı bedenini. sendelemesine yetecek bir hamleydi.