1.1 Cenaze

9 1 7
                                    

"Lauren hazır mısın?"
Kulaklığımdan gelen sesle derin bir nefes aldım. "Üç dediğimizde sahnedesin." Başımı sallayarak onayladım ve boynumda asılı olan gitarımı düzelttim. Seyircilerin çığlıkları buradan bile kulaklarımı dolduruyordu, adımı tezahürat yaptıklarını duyabiliyordum.
"Bir, iki, üç!"
Mekanizma beni hızlı bir şekilde sahneye çıkardığında heyecandan yanaklarım yanıyordu.
"İyi geceler LA!" Seyircilerin çığlığından neredeyse çaldığım gitarı duymuyordum.
"Ben Lauren Flyson ve bu gece benim konuğumsunuz!" Kendi etrafımda dönüp gitarımı çalmaya devam ettim. "Sanırım bu şarkının sözlerini biliyorsunuz. Last night, I spiralled alone in the kitchen
Making pretend that the furniture listened
Wasn't the best of my mental conditions, but I tried
Thinkin' of you without any forgiveness
Because I was the one who would stay up and call you
And I'd drive to your house for the shit that you went through
And I wasted my breath when I tried to console you, didn't I?
'Cause we didn't happen the way we were supposed to
I know that I should hate you
I know that I should hate you
Pulled the knife off my back, it was right where you left it
But your aim's kinda perfect, I'll give you the credit
I just drank something strong to try to forget, but it wasn't right
No, you're not even here, but you're doin' my head in
I know that I should hate you
I know that I should hate you
I know that I should hate you
Ooh, ooh
I should hate you, I feel stupid
Like I almost crashed my car
Drivin' home to talk about you
At my table in the dark
All I ever think about is
Where the hell you even are
And I swear to God I'd kill you
If I loved you less hard
After all of this time, I still get disappointed
Bet you're doing alright and you don't even know it
How it's all 'cause of you that my standards are broken in my mind
I would bend back to you if you left the door open
I know that I should hate you
I know that I should hate you
I know that I should hate you
Ooh, ooh
I know that I should hate you
I know that I should hate you
I know that I should hate you
Ooh, ooh"

Birkaç şarkıdan sonra boynumdaki gitarı çıkarıp askıya astım. "Bu akşam ne güzelsiniz böyle. Beni inanılmaz mutlu ettiniz. Biliyorsunuz ki yirmi gün sonra uzun zamandır üstünde çalıştığım albümüm piyasaya çıkıyor." Kalabalıktan müthiş bir alkış çıktı. Elimi kalbime koydum. "Bu kadar heyecanla beklediğinizi bilmiyordum, şimdi ben de sizin gibi heyecanlandım."
Bu kadar gürültüye rağmen birinin, "Daha önce yayınlasaydın ölür müydün?" diye bağırdığını duyabiliyordum.
"Bir saniye," dedim gülerek. "Biri az önce, 'Daha önce yayınlasaydın ölür müydün?' diye sordu. Dostum, bu albümü yazmak neredeyse bir senemi aldı. Sence bu mümkün gibi mi gözüküyor?" Herkes gülüyordu. "Şaka bir yana, albümün çıkması ve size ulaşması için sabırsızlanıyorum. Umarım beğenirsiniz, çünkü yazması gerçekten keyifliydi. Yaşama kısmından pek emin değilim ama yazma kısmı işin eğlenceli kısmıydı."
Piyanoya doğru yürürken, "Şimdi son bir şarkı için bana eşlik etmenizi istiyorum." dedim.
"My double vision
Is only amplifying everything he isn't
'Til I feel less attached and bored to death, but listen
It's no one's fault, it's just my terrible condition
And I've been thinkin' if I move out this year
I'll feel my parents slipping
Away and also I'm just scared of that commitment
I really think sometimes there's something that I'm missing
Oh, I know spiraling is miserable
I should probably go back home
Why does that feel difficult, difficult?
Oh, I hope I wake up invisible
I'd be someone no one knows
I guess I'm just difficult
To name this feeling
Would take a hundred thousand years, some kind of grieving
But over what I never had, so I've been speaking
To my therapist, I call her every weekend
I meant to tell you
How I've hated how we left things when it fell through
'Cause you were everything to me, where did you run to?
Was it something that I said that colored you blue?
Oh, I know spiraling is miserable
I should probably go back home
Why does that feel difficult, difficult?
Oh, I hope I wake up invisible
I'd be someone no one knows
I guess I'm just difficult, difficult
Difficult (I)
Difficult
I've been drinking
And staying up too late reliving bad decisions
I thought eventually my ranting here would fix it
I really think sometimes there's something that I'm missing
Oh, I know spiraling is miserable
I should probably go back home
Why does that feel difficult, difficult?
Oh, I hope I wake up invisible
I'd be someone no one knows
I guess I'm just difficult, difficult
Oh, I know spiraling is miserable
I should probably go back home
Why does that feel difficult, difficult?
Oh, I hope I wake up invisible
I'd be someone no one knows
I guess I'm just difficult, difficult
Teşekkürler LA!"
Bu topluluk belki de bu sene içerisinde gördüğüm en kalabalık olanıydı. Tüm sene neredeyse Amerika'nın her yerinde konserlerim olmuştu ve bu sondan bir önceki konserimdi. Sonuncusunu şimdiden çok merak ediyordum. "Bu akşam ve en başından beri konserlerime gelen herkese binlerce kez teşekkür ederim. Bu yolda yalnız olmadığımı bilmek müthiş hissettiriyor. Haftaya olan son konserimde tekrardan görüşmek üzere!"

Beni aşağı indirmesi gereken mekanizmaya doğru yürüdüm ve herkese el salladım. İşaretlenen yerde durduğumda sahnenin ışıkları birer birer sönüyordu. "Lauren üç dediğimizde aşağı iniyorsun." Kulaklığıma gelen sesle odağım değişti. "Bir, iki, üç."
Hızla aşağıya doğru indirildim ve sahne arkasından soyunma odama geçtim. En yakın arkadaşım Serena elinde şampanya ile beni bekliyordu. "Süperstar hoş geldin! Sahneyi yıktın geçtin be!"
Koşup ona sarıldım. "Gerçekten mi?"
"Müthiştin, nefesimizi tutup izledik." Elindeki kadehlerin birini ve patlatmam için şampanya şişesini bana uzattı. Menajerim Susan elini omuzuma koydu. "Son bir konser kaldı, nasıl hissediyorsun?"
"Müthiş yorgun ama bir o kadar da heyecanlı. Bu yoğun tempoyu özleyeceğim sanırım."
"Süperstar yeni albümüyle herkesi mahvetmeye hazırlanıyor." dedi Serena gülerek. "Tanrı Louis'e merhamet etsin, çünkü Lauren ve fanları etmeyecek."
"Yine de yazdıklarının Louis hakkında olduğunu bir süre inkar et." dedi Susan sırtımı sıvazlayarak. "Biraz PR kasmış oluruz." Birdenbire telefonunun çalmasıyla yanımızdan ayrıldı. "Kalabalığın gürültüsünü buradan duyabiliyordum, inanılmazdı." dedi Serena. "Üstünü değişmeyecek misin?"
Kendimi koltuğa atıp ayaklarımı sehpaya uzattım. "Ayaklarım ağrıyor, biraz durayım değiştiririm."
Kadehini sehpaya koyup köşedeki askıda duran kostümlerimi kurcalamaya başladı. "Bu çiçekli mayonu çalacağım."
"Senin olabilir." dedim yattığım yerden. Sonrasında kafamda bir ses yankılandı, kostümlerin senden başkasına asla yakışmazdı, her şeyi bu kadar iyi taşımak zorunda mısın?
Saniyeler içerisinde kendi düşüncelerimde kayboluverdim. Louis ile ayrılalı neredeyse on ayı geçmişti ama bazı zamanlarda onu düşünmekten kendimi alamıyordum. İki senemizi beraber geçirmiştik ve onunla geçirdiğim her bir saniye için ona minnettar sayılırdım, ama gururum onu özlediğimi kabul etmek istemiyordu.
"Louis bu mayoyu çaldığım için bana çok kızacak." dedi Serena bana bakarak, ancak sırıtıyordu.
Ellerimle yüzüme düşen saçlarımı düzelttim. "Artık bunları umursadığını sanmıyorum."
"Yazdığın şarkıları bana bile göstermedin, direkt yayınlamakta kararlı mısın? Alacağın tepkiler şimdiden beni bile geriyor."
"Evet," dedim doğrularak. "En doğrusunun bu olduğunu düşünüyorum. Ayrıca..."
Susan sert ve endişeli bir şekilde odaya daldığında olduğum yerden sıçradım. "Televizyonu açın ve bana bir haber kanalı bulun, hemen!"
Heyecanlı ve titrek ellerle kanal bulmaya çalışırken CNN'de durdum. Henüz ekranda bir şey yoktu. "Susan sen neden bu kadar endişelisin?" diye sordum.
"Birazdan göreceklerin hoşuna gitmeyecek tatlım." dedi üzgün bir şekilde bana bakarak.
Haber ekranı anında değişiverdi. Ekranda Louis'in fotoğrafı vardı.

Ünlü Formula 1 Pilotu Louis Richards'ın yarış esnasında geçirdiği ağır kaza sonucu olay yerinde hayatını kaybettiği öğrenildi. Güvenlik ve ilk yardımın tüm müdahalelerine rağmen pilot yaşamını yitirdi. Şu an için yarışta herhangi bir aksama olmayacak ancak kazanın sebebi araştırılmak üzere yarış arabası ve pist görüntülerinde inceleme başlatılacak.

Kadehimin ellerimin arasından kayıp gittiğini hissedebiliyordum. Birkaç dakika öylece olduğum yerde kalakaldım. Buna inanmak istemiyordum. Boş gözlerle Susan ve Serena'ya baktım. "Bu g-gerçek mi?"
Susan yanıma, koltuğun köşesine çöktü. "Basından arkadaşım aradı, maalesef doğru tatlım."
Gözlerimin yaşlarla dolduğunu hissedebiliyordum. "İnanmak istemiyorum. Hayır."
Dolmuş gözlerimin arasından Serena'nın yüzündeki şaşkınlığı ve üzüntüyü görebiliyordum.

Yağmur dolayısıyla kayganlaşan zeminde kontrolünü kaybeden aracının takla atması nedeniyle pistte arbede yaşandı. FIA durum hakkında henüz bir açıklama yapmadı ve yarışın devam etmesine karar verdi, diğer pilotların da durumunu öğrenebilmek için yarışın bitmesini beklemekteyiz.

"Nasıl olabilir böyle bir şey..." dedi Serena derin nefeslerinin arasından. "Bu kadar büyük bir kazadan sonra yarış devam mı ediyor yani?"
Sıcak gözyaşlarım yanağımdan süzülürken öylece televizyondaki fotoğrafına bakıyordum. O fotoğrafı çektirdiği gün daha dün gibiydi, bizzat beraberdik. Yeni tulumu içerisinde poz vermişti, ne kadar da mutlu gözüküyordu.... Şimdi ise sıradan bir spiker her şeyin ondan alındığını söylüyordu. "Susan..." dedim hıçkırıklarımın arasından. "Bana bunun doğru olmadığını söyle lütfen..."
Susan dolu gözlerle yüzümü avuçlarının içine aldı. "Çok üzgünüm tatlım. Eğer ailesi ile görüşmek istersen senin için cenaze tarihini öğrenebilirim, şu an için elimizden başka bir şey gelmiyor."
Serena'nın ise ağzını bıçak açmıyor, öylece televizyona bakıyordu. Ağlayarak koltuğa geri oturdum. Nefes alamadığımı hissediyordum, oda bana çok dar geliyordu. "D-dışarı çıkmak istiyorum." dedim kesik nefeslerim arasından.
"İyi misin? İlk yardım ekibini çağırmamızı ister misin?" diye sordu Serena yanıma gelerek.
"H-hava almam gerekiyor. Biraz yalnız kalacağım." Başım dönerken çarpık adımlarla soyunma odamdan çıkıp arka kapıya doğru yürümeye başladım.
Midem bulanıyordu, kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Duyduklarımı sindirmem pek mümkün değildi, hala kendime gelmiş sayılmazdım. Arka kapıyı açmamla basından birkaç kişinin fotoğraf çekmek için flaş patlatması bir oldu. Flaş ışığından kamaşan gözlerimi kolumla kapatmaya çalıştım. "Bayan Flyson, bu geceki konseriniz muhteşemdi, ancak aldığınız haber karşısında yıkılmış olmalısınız. Nasıl hissediyorsunuz?"
"Bayan Flyson, Louis Richards ile en son ne zaman görüşmüştünüz?"
"Bayan Flyson, bu durum albümü çıkarmanıza engel olacak mı?"
Kızarmış ve şişmiş gözlerle onlara baktım. "Ş-şu an için bu sorulara yanıt verecek gücüm yok arkadaşlar. Sonra gelmenizi rica etsem?"
Ortalarında duran genç kız mahcup bir şekilde mikrofonunu indirdikten sonra herkes birer birer kameraları indirmeye başladı.
"Rahatsız ettiğimiz için üzgünüz, sadece birkaç görüntü almak istemiştik." dedi genç kız başını öne eğerek. "Sanırım biraz yas tutmanız gerekiyor."
Kabaran saçlarımı kulağımın arkasına attım. "Anlayışınız için teşekkür ederim, müsaadenizle."

Sakin ama hızlı adımlarla arka bahçeye doğru yürüdüm ve kalabalıktan biraz olsun uzaklaştım. Gözyaşlarım hala birer birer yanaklarımdan öylece süzülüyordu. Gökyüzüne bakarak, "Lütfen bu gece hiç yaşanmamış olsun, lütfen gördüğüm haberler yalan çıksın. Ben de yarın ona koşarak sarılabileyim." diye yakardım. "Tanrım lütfen! Louis'i gerçekten benden alıyor musun?" Olduğum yere çöküverdim. "Neden Tanrım? Neden onu almakta bu kadar aceleci davrandın?" Birkaç dakika ellerim yüzümde kapalı bir şekilde öylece dizlerimin üstünde durdum, ta ki Serena ve Susan yanıma gelip ellerini omuzuma koyana dek.
"Lauren, hava soğuyor. İçeri girmek ister misin?" diye sordu Serena bana eğilerek.
Kafamı iki yana salladım. "Biraz daha durmak istiyorum." 
Sessizce oturduk. Ağlamaktan kısılmış bir sesle, "Bundan bir hafta önce size ne demiştim hatırlıyor musunuz?" İkisi de bana bakıyordu. "Ona ihtiyacım olmadığını, ona asla geri dönmeyeceğimi söylemiştim. Gururumu ezip geçmeyeceğimi, onun kollarına kendimi tekrar bırakmayacağım demiştim. Ne aptallık ama..."
"Zil zurna sarhoştuk, ne dediğini bilmiyordun bile." dedi Serena buruk bir bakışla.
Kaşlarımı çattım. "Tabii ki de ne dediğimi biliyordum, hepsini ayıkken düşünmüştüm."
"Siz ayrılmıştınız, olan hiçbir şey için kendini suçlayamazsın." dedi Susan yanıma oturarak.
"Onu o gece aramalıydım." dedim gözyaşlarımın arasından. "Ona her şeyi anlatmalıydım. Şimdi ise aradığımda asla açmayacak. Ona gerçeği asla anlatamayacağım."
"Eminim ki gerçeği şu an bile duyuyordur Lauren." dedi Serena elimi tutarak. "O sana hep inanıyordu."
"Benden nefret ederek ö..." O kelimeyi söylemeye dilim varmıyordu. "Benden nefret ederek ö-öldü. Ondan nefret ettiğimi sanıyordu, aksini kanıtlama şansım olmadı."
İkisi de omuzlarımdan beni sardılar ve bir saate yakın öylece oturduk. Hava gerçekten de soğumuştu. "Hasta olacağız, hadi içeri girelim." dedi Serena elimden tutup beni kaldırarak.

Ağrıyan gözlerimi ovuşturarak soyunma odasına doğru yürümeye başladım. Eşyalarımı alıp otele dönmem gerekiyordu. Güçsüz bir şekilde soyunma odamın kapısını açtım. Sehpanın ortasında kocaman bir beyaz lale buketi duruyordu. Buket pembe bir kurdele ile sarılmış, çini desenli mavi-beyaz bir vazonun içine konmuştu. Bukete yaklaştığımda üstünde bir not olduğunu gördüm.
"Beyaz lale." dedim kesik nefeslerimin arasından.
"Eee? Ne var bunda?" dedi Serena kaşlarını kaldırarak.
"Ajans yollamış olabilir," dedi Susan ellerini önünde birleştirerek. "Laleleri sevdiğini biliyorlar sonuçta."
Notu alıp okumaya başladım.

"Bu akşam, birbirimizi affettiğimiz akşam.
Bu akşam, her şeyi geride bıraktığımız akşam.
Yarıştan sonra seni görmek için sabırsızlanıyorum.
Seni çok özledim, sen de beni özledin mi?"
- L



Notu, içimdeki acının verdiği keskinlikle avucumda sıkıverdim. "Bana geliyormuş..." dedim şaşkınlıkla. "Yarıştan sonra beni görmeye gelecekmiş." İkisinin de yüzündeki hüznü ve şaşkınlığı görebiliyordum. Kafamı çevirip duvardaki saate baktım, saat neredeyse gece bir buçuk olmuştu. "Şu an onun kollarında olabilirdim." Sonrasında çiçekleri koklamak için sehpaya eğildim. "Çok güzel kokuyorlar, ayrıldığımızdan beri beyaz lale almadığımı biliyor olmalı." Vazoyu kucaklayıp çantamın yanına koydum. Kızlara döndüğümde yüzlerinde bana acıyan o ifadeyi görmemek imkansızdı.

Onlara doğru adım atmak isterken birdenbire başımın döndüğünü hissettim ve kendimi yerde buldum. En son duyduğum şey ikisinin de panikle ismimi söyledikleriydi.

Gözümü açtığımda bir hastane sedyesindeydim. Hastanenin loş ışıkları gözümü aldığı için gözlerimi kısarak etrafa bakmaya çalıştım. Susan sol tarafımda, Serena ise sağ tarafımda öylece oturuyorlardı. "Sonunda uyandın." dedi Serena başımı okşarken. "Bir an için hiç uyanmayacaksın sandık."
"Saat kaç?" diye sordum kendimi doğrulturken.
"Sabah dokuz."
Nasıl yani, sekiz saatten beri uyuyor muydum? "Dün akşam," diye söze başladım. "Rüya gördüm sanırım. Louis öldükten sonra bana çiçek yollamıştı."
Susan endişeyle başını öne eğerek konuştu. "Tatlım, o rüya değildi."
Bütün vücudumun uyuştuğunu hissettim, öyleyse yaşadıklarım gerçekten de rüya değildi.
Kendimi tekrardan yatağa bırakıverdim, ellerimi yüzüme kapattım. "Rüya olması için dua etmiştim."
Kapı tıklandıktan sonra elinde birkaç kağıtla hemşire ve doktor içeriye girdi. "Bayan Flyson, nasıl hissediyorsunuz?"
Boş gözlerle onlara baktım. "Pek iyi değil, başım ve gözlerim çok ağrıyor."
"Dilerseniz sizi bir gün daha burada tutabiliriz, ancak fikrimizi sorarsanız evde dinlenmeniz çok daha iyi olacaktır. Birkaç gün istirahat etmeniz en iyisi."
Susan bana döndü. "Bence de evde olman daha iyi olacaktır tatlım, tabii yine de sen bilirsin. Hem magazinciler kapıda seni bekliyorlar, birkaç cümle söyleyebilir misin?"
"Sanmıyorum ama denerim." dedim kısık bir sesle. "Telefonumu alabilir miyim?"
Serena kendi çantasından telefonumu çıkarıp bana uzattı. Kilidi açtığımda onlarca, hatta yüzlerce bildirim vardı. İnsanlar son fotoğrafıma Louis ile ilgili birçok yorum yapmışlardı.

"Aman Tanrım... Lauren'ın halini düşünemiyorum..."
"Hala beraber olduğu fotoğraflar duruyordu, kim bilir nasıl acı çekiyordur."
"Ayrıldıklarında çok üzülmüştüm, şimdi ise bir daha asla bir araya gelemeyecekler."
"Louis'i zaten hiç hak etmemişti. Sadece şov için ağlayacağına eminim."
"Louis'in son zamanlarıymış, genç adamın zamanını çaldığına değdi mi bari?"

Gözlerimden süzülen birkaç yaşı sildikten sonra telefonumu kilitleyip yatağa koydum. Sonrasında Susan'a dönüp, "Ailesi ile görüşebildin mi?" diye sordum.
"Cenazesi salı günü olacakmış, ancak ailesi gelip gelmemen konusunda kararsızlar Lauren. Cenazede basın mensubu olmasını istemiyorlar. Aile arasında sade bir tören olacakmış, Avustralya'ya götürecekler."
Gözlerimi şaşkınlıkla açarak ona baktım. "Avustralya mı? Neden oraya geri dönüyorlar?"
"Aile mezarlığına gömülecekmiş, annesi kesinlikle burada ya da İngiltere'de kalmasını istemiyor."
"Bayan Richards ya da Francesca ile bizzat görüşeceğim, son bir kez onu görmem gerekiyor. Bunu siz de biliyorsunuz."
"Bak Lauren," dedi Serena. "Nasıl bir tepki ile karşılaşacağını bilmiyorsun bile. Ya sana kötü davranırlarsa? Seni cenaze töreninden kovabilirler, bu nasıl bir tepkiye yol açar tahmin edebiliyor musun? Siz ayrıldıktan sonra sana hala iyi davranacaklarını mı sanıyorsun?"
"Bayan Richards beni seviyordu, bana kötü bir şey diyeceğini ya da yapacağını sanmıyorum."
"Bu öyle bir şey değil Lauren," dedi Susan Serena'ya hak vererek. "Sen ona olan kızgınlığını anlattığın bir şarkı yazdın, hatta onun seni aldattığını ima ettin. Sence böyle bir olaydan sonra sana karşı olan tavırları aynı mı kalır?"
Başımı öne eğdim. "Ama onu görmek istiyorum, onu görmem gerekiyor. Son bir kez."
Susan elini omuzuma koydu. "Senin için menajeri Brian ile görüşürüm Lauren, ama bilmelisin ki eğer istemezlerse sen de tavrını belli etmek zorundasın. Kendini ezdirme."
"Tamam." diyebildim sadece. Sonrasında üstümdeki örtüyü kaldırıp ayaklarımı sedyeden sallandırdım ve cama baktım. Hava düne nazaran daha da kapalıydı, sanki her an sağanak başlayacakmış gibi duruyordu. Önlüğümü düzelttim ve cama doğru yürüdüm. Odam hastanenin ön tarafını görüyordu, gerçekten de Susan'ın dediği gibi birkaç gazeteci hastanenin önünde duruyordu.
"Sanırım çıkıp açıklama yapmalıyım, hem bu insanlar daha fazla beklemesin. Sadece önden gidip haber verebilir misin Susan?"
Susan kafasını salladı ve aşağıya inmek için ayağa kalktı. "İstemiyorsan yapmak zorunda değilsin, onlara açıklamayı ben de yapabilirim."
Kafamı iki yana salladım. "Sorun değil."

Birkaç dakika sonra Susan aşağı inmiş ve gazetecilere bir şeyler söylüyordu. Ben de yatağımın yanındaki aynaya bakıp kendimi düzeltmeye çalıştım, ancak hiç canım istemiyordu. Kabaran saçlarımı ıslak ellerimle biraz da olsa yatırdıktan sonra kendimi incelemeye başladım. Dünden kalma yarım yamalak makyajım ile korkunç görünüyordum ama umurumda değildi. Serena'ya baktığımda çantasından bir tişört ve eşofman çıkardığını gördüm. Bana uzatırken, "Önlükle çıkacak değilsin ya?" dedi. Burukça gülümsedim ve elindekileri aldıktan sonra üstümü değiştirdim. Son bir kez aynaya baktım ve aşağı indim.
Ben daha ana kapıdan çıkmadan birkaç flaş patlamıştı bile. Birkaç adım daha atarak Susan'ın yanında durdum ve gazetecilere baktım.
"Bayan Flyson nasıl hissediyorsunuz? Özellikle dün kariyeriniz en kalabalık konserlerinden birini verdikten sonra bu haber karşısında nasıl hissettiniz?"
"Öncelikle," diyebildim, sonrasında birkaç saniye ne demem gerektiğini düşündüm. "Bunun kariyerimle bir alakası yok, dün aldığımız haber tahmin edebileceğinizden bile korkunç bir haber. Yani bu acının tarifi pek yok aslında."
"En son Bay Richards ile ne zaman görüşmüştünüz? İletişiminiz hala devam ediyor muydu?"
Hayır, ayrıldıktan sonra birbirimizin yüzüne bakmadık, benden nefret ederek öldü.
Kafamı iki yana salladım. "Hayır pek görüşmüyorduk."
"Peki ailesi ile iletişim kurabildiniz mi?"
Göz ucuyla Susan'a baktım. Kafasını iki yana salladı. "Bunu söylemem doğru olmaz, eminim ailesi şu an için bunlarla uğraşmak istemeyecektir."
"Cenazede bulunacak mısınız?"
"Şu an için bu soruya cevap veremeyeceğim."
Susan koluma girdi, bu yavaştan gitmemiz gerekiyor anlamına geliyordu.
"Bu durum konser takviminizi ya da albümün çıkışını etkileyecek mi?"
"Bununla ilgili henüz konuşmadık, daha çok erken."
Susan elini kolumdan çekti ve "Şimdilik bu kadar yeter, sorularınız için teşekkür ederiz." dedi. Ben de onunla arkamı döndüm ve hastaneye geri girdik. "Eğer içeriye girmeseydik daha çok soruyla seni bunaltacaklardı."
"Sorun değildi, birkaç soru daha cevaplayabilirdim."
"Bu gidişle daha çok cevaplayacaksın zaten, şimdi düşünmen gereken tek şey cenazeye gidip gitmeyeceğin."
Acıyla dudaklarımı ısırdım. "Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum." Gözlerimin dolduğunu hissedebiliyordum. "Onu görmeye hazır mıyım ya da o beni son kez görmeye hazır mı bilmiyorum."
Susan söylediklerime bir cevap vermedi. Sessiz bir şekilde odama döndüğümüzde Serena çoktan zaten az olan eşyamızı toplamıştı. "Bir süre daha burada kalırsam kafayı yiyeceğim. Şoförü arayın da bir an önce gelsin ve bizi götürsün."

İki parça çantayla çıkış işlemlerimi yaptıktan sonra ana kapıya çıktık. Şoför çoktan gelmiş bizi bekliyordu. Bizi görünce kapıları açtı ve bana başıyla selam verdi. "Bayan Flyson olanları duydum, sizin çok üzgünüm. Yapabileceğim bir şey varsa lütfen söyleyin."
Elimle omuzuna dokundum. "Teşekkür ederim, düşünmen bile yeter."
Araca bindiğimde Serena kaşları çatık bir şekilde telefonunu kurcalıyordu.
"Neye sinirlisin öyle?" diye sordu Susan.
"Hiç," dedi Serena kafasını kaldırmadan. "Gelen bir mesaj sinirlerimi bozdu."
Yaklaşık bir saat sonra otelin önündeydik ve birkaç gazeteci de burada bekliyordu. Susan önden inip gazetecilere röportaj veremeyeceğimi ve rahatsız edilmek istemediğimi söyledi.
Çantamdan güneş gözlüğümü alıp taktım ve arabadan iner inmez onlarca flaş patlayıverdi. Hiçbirinin yüzüne bakmadan hızlıca el sallayıp otele girdim. Oda kartımı aldıktan sonra hızlıca odama çıktım ve kapımı kapattım. Şu an düşünebildiğim tek şey Louis'in cenazesiydi.
Louis'in cenazesi... Aniden gelen bir aydınlanmayla aynadaki yansımama baktım. O ölmüştü. Gözlerim dolan yaşlardan sebep yanıyordu. "Onun yanına gitmiyorum." diye fısıldadım kendime. "Onun cenazesine gidiyorum." Kendimi birdenbire yatağa atıverdim, göğsüm acıyla inip kalkıyordu. Soluma döndüm ve gözümden birkaç yaşın süzülmesine izin verdim. Bir süre öylece ağladım ve çok sonrasında uykuya dalabildim. Kaç saat ağladığım hakkında bir fikrim yoktu.

SALI – CENAZE GÜNÜ

Saçlarımı sıkı bir topuz yaptıktan sonra midi boy siyah elbisemin eteklerini düzelttim. Birkaç gündür neredeyse uyumadığım için gözlerim tamamıyla çökmüştü ve ağlamaktan kısılmıştı. Bu yüzden Susan ve Serena'nın ısrarıyla az da olsa makyaj yapmak zorunda kalmıştım. Babetlerimi giyip evden çıktığımda kızlar arabanın orada bekliyordu. Sakin adımlarla arabaya doğru yürürken telefonum çalmıştı. Ekrana baktığımda Jonas'ın aradığını gördüm, titreyen ellerimle aramayı cevapladım. "Alo?"
"Selam, nasılsın Lauren?"
Bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilemediğim için benden önce davranıp kendi sorusuna cevap verdi. "Özür dilerim, bunu sormam aptalcaydı. Nasıl hissetmeni bekliyorsam... Sadece cenazeye gelip gelmeyeceğini merak etmiştim."
"Şimdi arabaya biniyorduk, bir saate orada oluruz."
"Anladım. Yalnız biliyorsun, ailesi kesinlikle basın istemiyor."
"Kızlarla geliyorum, yanımızda kimse olmayacak. Merak etme o yüzden."
"Anlayışın için teşekkür ederim, görüşürüz."
Telefonu kapatıp çantama koydum ve arabanın kapısını açtım. Ben telefonla konuşurken kızlar çoktan arabaya binmiş, kendi aralarında konuşuyorlardı. Kafamı cama yasladım ve yolu izlemeye başladım. Ağaçlar sıra sıra geçerken aklım bulanıktı, hiçbir şey düşünemiyordum. Aklımda olan tek şey Louis'in sesiydi. En son konuştuğumuz gün aklımdan bir an için olsun gitmiyor, bozuk plak gibi sürekli dönüp duruyordu.
"Senden nefret ediyorum, başına gelen güzel şeylerin hiçbirini hak etmiyorsun Lauren."
"Louis lütfen, pişman olacağın şeyler söyleme."
"Zerre pişmanlığım yok biliyor musun? Artık hayatımda iğne ucu kadar yerin yok. Defol evimden."
Yanan gözlerimi avuç içlerimle kaşıdım. Onu gerçekten en son ki haliyle mi hatırlayacaktım? Onca güzel şey yaşamışken bunu mu hak ediyordu?

Serena'nın omuzuma dokunmasıyla irkildim. Camdan baktığımda kiliseye vardığımızı anlamıştım. Kapının önü lüks araçlarla doluydu, muhtemelen pistteki bütün arkadaşları, tüm takımlar gelmişti. Başımı öne eğerek araçtan indim ve hızlı ama panik olmayan adımlarla kiliseye doğru yürüdüm. Babası, Bay Richards kapıda gelenleri karşılıyordu, karşısında durduğumda üzgün ama ciddi olan bakışları yumuşadı. Göz yapısı birebir Louis'inkiyle aynıydı, kendimi Louis'e bakıyormuş gibi hissediyordum. "Bay Richards, ben..."
"Hoş geldin kızım."
Son kelimeyi bastırarak söylemesi kalbimi paramparça etmeye yetmişti.
"B-başınız sağ olsun, çok üzgünüm." diyebildim sadece. Gerçekten üzgünüm, canım çok yanıyor ama kimseye anlatamıyorum.
Buruk bir gülümseme ile başını salladı. "Louis seni gördüğüne çok sevinecektir, eminim."
Gözlerimden istemsizce süzülen yaşları hızlıca elimin tersiyle sildim. "Bir ihtiyacınız olursa her zaman burada olacağımı bilmenizi isterim."
"Biliyorum, Louis de hep senden bahsediyor."
Acıyla inip kalkan göğsümü sakinleştirmeye çalışıyordum. Göz ucuyla kızlara baktım, takımdakilerle ve Jonas ile konuşuyorlardı.
"Müsaadenizle..." diyerek içeriye girdim. Orta ve arka sıralar arkadaş ve aile çevresi için ayrılırken, ilk üç sırayı birinci dereceden akrabaları doldurmuştu. Annesi ve kız kardeşi en ön sırada Louis'in resmine bakarak ağlıyorlardı. Francesca ile bakışlarımız buluştuğu anda ayaklandı, bana bakarken kaşları çatılmıştı. "Ne cüretle?" diye sordu hıçkırıklarının arasından. Kalbinin acısı yüzüne öfke olarak yansıyordu. "Hangi yüzle gelebildin? Hiç mi utanman yok? Söylediğin onca şey abimi, bizi incitmeye yetmedi sanırım, daha çok malzemeye mi ihtiyacın var?"
"F-Francesca benim öyle bir amacım yok, yemin ederim." dedim kısık sesle. "Sadece sizi görmek istemiştim." Bayan Richards'ın bakışlarını üzerimde hissediyordum, ancak boş bakıyordu. Bir zamanlar hayat dolu olan kadının bu hale gelmesi ne acı vericiydi... "Tartışma yeri değil burası. Burası, Tanrı'nın herkese merhamet ettiği yer. Lauren belki saygı duymak istemiyor olabilir ama sen abine son kez saygını göstermek zorundasın Francesca."
Francesca derin bir nefes alarak bana doğru bir adım attı. "Bu seni son görüşümüz olsun Lauren, hayatımıza bir adım dahi atma."
Bu dediğine bir karşılık vermedim. Daha doğrusu, verecek bir cevabım yoktu. Louis'in bana karşı olan son sözlerini tekrar tekrar yüzüme vuruyordu. Sanki Louis canımı tekrar ve tekrar yakmak için yeni yollar deniyor gibiydi. Yanlarından ayrılıp arka sıralara doğru giderken kızlar da Jonas ile bana doğru yürüyorlardı. Jonas beni görünce sıkı sayılmayacak bir sarılmayla bana sarıldı. "Geleceğini biliyordum." diye fısıldadı kulağıma. "Louis çok sevinecek."
Çenemi yasladığım omuzunun üstünden gelip geçene baktım. Hepsi de Louis'in çok sevdiği insanlardı, takımından birkaç kişinin ağladığını görebiliyordum. Kendimi geriye çektim ve teşekkür ettim. "Arayıp, sorduğun için teşekkür ederim." Jonas ile ayrıldıktan sonra kızların yanına gittim ve orta sıralardan birine oturduk. Öylece etrafa bakınırken menajeri Brian ile göz göze geldik. Brian'ın bakışlarında bana olan kırgınlığını, Louis'e olan üzüntüsünü görebiliyordum.

Birkaç dakika sonra papaz geldiğinde hepimiz ayağa kalkıp selam verdikten sonra tekrar oturduk. Büstte duran tabutun üstü açıktı ve ilk önce annesi yanına gitti. Sonrasında konuşma yapmak için kürsüye döndü.
"Louis'in annesi olmak, olabilmek bu dünyada sahip olabileceğim en değerli şeydi. Daha minicikken bile hepimizi o kadar mutlu ediyordu ki, sanki Tanrı güneşin bir parçasını ona bahşetmiş gibiydi. Şimdi ise hayatımın ışığı sönmüş gibi hissediyorum." Derin bir nefes aldı ancak hıçkırıklarını duyabiliyorduk. Kısa bir süre için bakışlarımız buluştuğunda sözüne devam etti. "Umarım verdiğin sevginin, güvenin karşılığını Tanrı tarafından alırsın benim minik oğlum. Seni seviyorum, beni annen olarak seçtiğin için teşekkür ederim."
Francesca kürsüden inen annesine destek oldu ve banka geri oturmasına yardım etti. Şimdi konuşma sırası babasında olduğu için ona da destek olması gerekiyordu. "Bir baba olarak sahip olacağımız evladı seçme şansımız olmuyor bildiğiniz gibi." Bay Richards bu dediklerinden sonra tabuta dönüp oğluna baktı. "Ama dünyaya yüz kere de gelsem yine oğlum sen ol isterdim. Hiçbirinde de bir kere bile şüphe duymazdım. Yaptığın, sevdiğin mesleğe çocukluğunu, gençliğini, nihayetinde de ömrünü adamış oldun. Sana söz veriyorum ki ardında yarım ne bıraktıysan hepsini tamamlamaya çalışacağım. İyi ki benim oğlumdun, seni çok seviyorum." Gözlerim yanıyordu ama göz yaşım akmıyordu, halbuki ağlamak istiyordum. Bay Richards ise gözlerinden süzülen birkaç damla yaşı ceketinin cebindeki mendille temizledi. Onları böyle görmek yüreğimi burkuyordu, ancak yanlarına gidemiyordum.

Herkes sırayla tabuta giderken kızlar koluma dokundu. "Gitmek ister misin?"
Boş gözlerle onlara baktım. "Bilmiyorum."
"Eğer gitmek istersen sana eşlik edebilirim." dedi Serena.
Ayağa kalkıp eteklerimi düzelttim. "Sanırım görmem gerekiyor." Hala inanamıyordum. Çok saçma ve yanlış geliyordu. Sanki Louis her an bir yerlerden çıkıp, "Şaka yaptım!" diyecekmiş gibiydi. Sıradakilerden müsaade isteyip tabuta doğru yürüdüğümde önüm birdenbire Francesca tarafından kesildi. "Senin görmene müsaade etmeyeceğim."
"Francesca şu an bunu tartışmanın sırası değil..."
"Onu görmeyi hak etmiyorsun. Saygımı abime göstermek zorundayım, sana değil."
"Burası bir kilise." dedim dişlerimin arasından. "Beni sevmiyor olabilirsin, ben de seni değil, abini görmek istiyorum zaten."
"Onu gerçekten görmek isteseydin, hala nefes alıyorken görmeye gelirdin. Şu an bunu kendini rahatlatmak için mi yapıyorsun yoksa gerçekten abimi önemsediğin için mi?"
"Abini gerçekten önemsediğimi sen de çok iyi biliyorsun. Onu son kez görmeme izin ver."
Kafasını salladı. "Hayır, izin vermeyeceğim."
Şaşkınlıkla ona bakıyordum, gerçekten böyle mi davranması gerekiyordu? Arkama dönüp kızlara baktığımda onların da şaşkınlıklarını görebiliyordum. "Francesca, sen de abin gibi pişman olacağın şeyler yapma lütfen."
Francesca'nın dudakları titredi. "B-belki de abimin en büyük pişmanlığı sendin, bilmiyorum."
Kalbim saniyeler içerisinde paramparça oldu. Kulaklarım uğuldarken arkamı döndüm ancak başım o kadar dönüyordu ki yürürken banklardan destek almam gerekmişti.
"Lauren..." Brian'ın sesini duyduğumda kafamı ona çevirdim.
"Brian, b-ben..."
"Sorun değil, biliyorum. Arabaya kadar sana eşlik edeyim."
Brian'ın koluna girdim ve arabaya doğru yürümeye başladık. "Gelmeni beklemiyordum." diye söze girdi. "Sana söylemeyi düşünmüştüm ancak Susan benden önce davrandı."
"Hala çok saçma geliyor." dedim ön kapıyı açarken. Eteğimi düzeltim ön koltuğa oturdum ve kapıyı açık bıraktım. "Hiçbir şey beni buna inandıramaz. Bu da Louis'in saçma salak şakalarından biri değil mi?" Umut dolu gözlerle Brian'a baktım. "Şu ağaçlık alanlardan çıkıp geleceğini biliyorum."
Brian'ın bakışları ise hüzün ve acıma duygusu ile doluydu. "Çiçeği ulaştı mı sana?"
Kafamı salladım. "Evet, vazoda duruyor."
"Güzel, umarım beğenmişsindir. O çiçeği seçmek için çok uğraşmıştı."
Sesimi çıkaramadım. İçim ağlama isteğiyle dolup taşmasına rağmen yaşlarım akmamak için resmen inatlaşıyordu. "B-bana neden söylemedin Brian?"
"Neyi?"
"Bana... gelmek istediğini."
"Bu yeni olan bir şey değildi, ayrıldığınızdan beri seni sayıklıyordu. Çiçek yollayacağını söylediğinde ona karşı çıkmadım ama sana haber vermeye de gerek görmedim. Sürprizi bozulsun istemiyordu." Tam konuşmak için ağzımı açmıştım ki kızların ve Jonas'ın geldiğini gördüm, öylece bize bakıyorlardı. Ayaklarımı içeriye alıp kapı koluna uzandım. "Her şey için teşekkür ederim Brian, Louis sana sahip olduğu için çok şanslıydı."
"Ben hep onun menajeri olacağım, sadece o fiziksel olarak burada olmayacak. Bu arada, bu beni son görüşün değil. Sana anlatmam gereken bazı şeyler var, müsait olduğunda görüşelim olur mu?"
Başımı sallayarak onu onayladım. Ne konuşacağımıza dair bir fikrim yoktu ama şimdiden önemli olduğunu sezebiliyordum. Kızlar da Brian'a selam verdikten sonra arabaya bindiler ve Serena kontağı çalıştırdı.

Camdan son bir kez kiliseye baktım ve Brian'a el salladım. Araba ormanlık alanda orta hızda giderken düşünebildiğim tek şey eve gidip yatmaktı.

Neden bu kadar uyumayı istiyordum bilmiyorum, belki de niyetim hiç uyanmamaktı.

Song of LifeHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin