Yıllar sonra doğduğum topraklardaydım işte. Bir gün önce ezansız bir sabaha açtığım gözlerim şimdi kilden topraklarına dikkat kesiliyordu Mardin'in. Uçaktan indikten sonra valizimi alarak bütünleşmek istiyordum bir an önce Mardinle. Önce saatime bir göz attım. Bizimkilerin geleceğimden haberi yoktu. Eve gitmek istemiyordum. İniş saatinin üzerinden 14 dakika geçmişti. Valiz arkada ben önce biraz dolaştım. Dar sokaklar karşıladı önce beni. Yavaş yavaş idrak ediyordum yuvama geldiğimi. Bir taksi durdurdum. Evin adresini söylesem hemen tanırlardı beni. İlk günden geldiğimin yayılmasını istemezdim. Önce biraz gezeyim diye düşünerek turistmişim gibi davranmaya başladım. Bagajı yerleştirmekle uğraşan takciye bakarken acaba olayı abartıp İngilizce mi konuşsam diye düşündüm. Bakalım beni kandırıp taksimetreyi çok göstermek için uzun yollara sapacak mı derken taksicinin sesiyle düşüncelerimden uzaklaştım.
-Nereye gidiyoruz abla?
-Abla babandır. Mardini gezdirin bana lütfen. Bütün gününüzü almak istiyorum.
-Peki. Siz bilirsiniz. Ben mi seçmeye başlayım gideceğimiz yerleri?
-Elbette. Yolu bilen sizsiniz. Size bırakıyorum.
Kahretsin sinirlenince boş bulunup Türkçe konuşmuştum. Yıllardır İngiltere de yaşıyor da olsam tepkilerim hiç Türkçeden uzaklaşmadı. Belkide ben uzaklaşmaktan korktuğum için bunu yapıyordum. İyi ki yapıyordum. Aslını unutmaya heveslenenlere kinliyim ben. Fotoğraf makinesini almak için çantama eğilirken valize koyduğumu hatırladım. Kol çantam dahi olsa ben unutuyordum sürekli onu. Hiç kolumda olmuyordu ne zaman arasam. Bende taşımıyordum. Taksiciden tekrar açmasını istedim bagajı. Valizi açtığım gibi aldım iki fotoğraf makinesini da.Birisi şipşak fotoğraf makinesi diğeri dijital. Çocukluğumdan beri klasik şeyleri, onların hatırlatılmasını, canlanmasını, gündeme uydurulmasını arzulamışımdır. Telefonuma göz attığımda saat 10.58'di. Yani taksiye bindiğimden beri 34 dakika geçmişti. Burada zamanın akışı daha hızlı geliyor insana. Sanki hemen geçecek de günler İngiltere'ye geri dönecekmişim gibi burkuluyor içim birden ve hemen taksiciye biraz daha hızlanmasını söylüyorum. İlk durağımız Mardin Ulu Cami oluyor. Adının hakkını veren bu Cami, onlarca depremden günümüze sıyrılıp gelmiş. Başlarda iki minaresi varken bize yalnız birini görmek kısmet oldu. 2 minareli bu cami 4 mezhebe kucak açmış. "[hanefi, şafii, hanbeli, maliki]" Minarelerinde kufi harfleri ile kelime-i tevhid, cennetle müjdelenmiş on sahabenin ismi son olarak da ve men yetevekkel alellahi fehuve hasbuhu[[kim allah'a tevekkül ederse o ona yeter]] yazılıdır diyen yan gruptaki rehberin sesini işitiyorum, ufak bir tebessümle acaba bu rehber bu cümleyi kaçıncı defa söylüyordur ya da ben bunu kaçıncı kez işitiyorum diyorum kendi kendime rehberin eniştem olduğunu fark ettikten sonra. Onun beni fark etmesini istemem söz konusu bile değil şu durumda. Bugün gezmeliyim diyorum, içime çekmeliyim bu şehri, derken çıkarken son bir kez daha bakıyorum revaklı avlusuna Ulu Cami'nin. Taksiye biniyoruz olabildiğince uzaklaştığımıza inanmak istiyorum. Sabancı Şehir Müzesinin önünde duruyoruz. Müzeler bana hep uzak gelmiştir. Şimdilik uzaklaşmasını istiyorum taksiciden ve ilerliyoruz ya da dönenmeçlerden dönüp dolaşıyoruz sürekli. Çocukluğumun geçtiği Dara Mezopotamya Harabeleri takılıyor kameranın kadrajına ve taksicinin aynadan burası iyi der gibi baktığını fark ediyorum.
-Duralım diyorum.
Fotoğraf çekmeyi sürdürürken, duvarların tarihe zamana aldırmayışına içerliyorum. Beni büyütmüştü oysaki bu duvar dipleri. Gözyaşlarım daha fazla dayanamayıp terk ediyor beni, "durun diyorum, durun sizde gitmeyin". Taksici şaşırmış olacak geciktirmiyor soruyu;
-İyi misiniz?
-İyiyim, iyiyim. Duygulandım sadece. Bu duvarlar çocukluğumun annesi. Her taşında oynamışlığım bu harabeliğin.
-Siz buralı mısınız? Hemşehri miyiz yani? İyi de neden ozaman bütün şehri gezmek istediniz?
-Uzun zamandır uzaktım buralardan. Kokusunu bile özlemişim diyebilirim.Aklımdan çıkmayan bu anıları tazelemek istedim desem yeterli olur mu diyerek susturuyorum taksiciyi.
Binadan müzeleri sevmiyorum, bu ülkenin her köşesi canlı birer müze iken üstelik. Bu harabelik de bir müze değil miydi zaten. Doğru. Bunu demek benden önce düşünenlerde varmış derken daha önce neden fark etmediğimi düşünüyorum. Bazen eleştirmek için çok vakit harcıyoruz galiba, yoksa bu dipsizliğin, fikirsizliğin başka bir açıklaması olamaz öyle değil mi? Yıllardır buna ne kadar içerliyorum üstelik. Bir yandan kendime kızıp, bir yandan hafif bir tebessümle kadrajı büyütüyordum ki birinin gölgesinin geçtiğini gördüm, önemsemeyerek devam ettim. Taksiciden şipşak fotoğraf makinemle fotoğraflarımı çekmesini istedim. Bu taşların üzerine başımı koymalı çok olmuş galiba eskisi kadar eğlenceli ve rahat gelmediğini fark edip taksicinin garip bakışlarından bir an önce sıyrılmak için kalkıyorum yerimden. Sarnıç'a inerken tekrar dijitali alıyorum ve başlatıyorum videoyu, derken tekrar bir gölge görüyorum ekranda başımı kaldırmaya yeltenemeden elektrikler gidiyor, birden ürperiyorum. Allah'a şükrediyorum vaktin erken olduğuna mazallah hava karanlık olsaydı Sarnıç bana bir travma yaşatabilirdi. Kamerayı kapatıp daha kalabalık bir yere gitmek istediğimi söylüyorum. Dara Harabeleri, içinde pek de bilinmeyen bir Mardin'i saklıyor ve hâlâ sırlarını korumaya devam ediyor. Gönül " Dara " düşmedikçe bu gizemli şehri anlaması çok zor.
İlerliyoruz, ilerliyoruz. Kasimiye Medresesin'e vardığımız da ortadaki havuzu ve fil heykelinin hep ilgimi çektiğini anımsıyorum. 700 yıllık bir tarih. Güneydoğuda en fazla eser bırakan Artuklular zamanında yapımına başlanmış ama bitirmek Akkoyunlu Sultan Kasım' a nasip olmuş. Çok güzel taş işlemeleri var. Avluda akan su hem doğumu hem de ölümü sembolize ettiği söyleniyor. Medrese'den Mezopotamya ovasını alabildiğine seyredin. Hemen birkaç şipşak fotoğraftan sonra uzaklaşıyoruz medreseden. Derken " Deyrulzafaran Manastırı"nı görünce heyecanım daha da artıyor. Buraya yıllarca hiç gitmek nasip olmamıştı. İnançlı bir müslümanım ben çok şükür. Birkaç olay olmuştu biz küçükken, o günden sonra annem (Şehrazat HANCIZADEOĞLU) dinime yanlış bir etkide bulunabilecek olmasından korkmuş olacak ki daha küçük olduğumu sonra gideceğimi gezeceğimi söylerdi hep. Şimdi o "sonra" bugün. Girişten biraz ilerledikten sonra farklı bilgiler alabileceğim bir gruba sanki onlardanmışım gibi sığıntılık yapmaya başladım ve rehberi dinlemeye koyuldum. Yaşayan bir manastırı gezmek inanılmaz bir duygu.Dışarıda hava sıcaklığı 34 derece idi. Manastırın içi ise serin.Bu taş yapıların böyle bir etkisi var. Bu çorak topraklarda 4.000 yıl önce su kaynaklarının da olduğu bu yerde yapılan manastır hala sapasağlam.Rehberden alacağımı aldığımı düşünerek kameramı açıp videoyu başlatıyorum 'ah işte yine o gölge'. Birden yine gözden kaçırıyorum.Kafamı kaldırıp etrafa bakarken ensemde tatlı bir nefes hissediyorum, ürperiyorum.
- 'Demek ücretsiz rehberlik yaratmak istedin kendine zeki kız ',diyor alaycı bir ses ama ne ses. Konuşurken şiir okuyor sanki ses telleri.Önceleri evdekilere mi yakalandım diye düşünürken, sonra bu sesin bizden birine ait olmadığını hissediyorum. Yavaşça arkamı dönüyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SARNIÇ
RandomSanki şarkı söylüyor gibiydi ses telleri... Bu hikayenin kurgusu ve yazımı tamamiyle Nehir Biraderoğlu'na aittir.