Arkamı döndüğümde yüzünü hala göremiyorum. Ama artık yeter yahu,geçsin artık şu merak! Niye göremiyorum ben senin yüzünü diye aklımdan geçirirken, göğsünü yumrukladığımı fark ediyorum. Anlıyorum ki, aramızdaki boy farkından dolayı yüzüne erişememiş gözlerim. Bileklerimden tutmuş adamı incelerken, bunun hormonları uzamayı belli bir süre sonra durduracağını unutmuş ergenliğinde herhalde diyorum içimden. Tam olarak hangi renk olduğunu seçemediğim yeşilimsi gözleri var. Siyah gür saçları. Kollarının kalınlığı ince belimden biraz daha incece. Nasıl olur da bir erkeğin kollarıyla belim arasında bu kadar az bir fark olabilir? Erkek olmak böyle bir şey galiba diye iç çekiyorum. Bende böyle olmak isterdim, böyle güçlü diye düşünmeye başlamışken muzip bir gülümseyişle yakamdan tutuyor. O konuşurken sesinin tınısını dinlemekten ne dediğini anlamaya çalışmıyorum bile.
-Yakalandın ufaklık smile ifade simgesi Buralarda böyle şeyler yapanlar pek olmaz içimizde sırıtıyorsun. Ayrıca yaşın yaşıma yakın olsaydı bana vurmanın hesabını ödetirdim sana.
-Şey aslında. Dur ya niye açıklama yapıyorum ki ben. Bir daha bana ufaklık deme. Hem ufak değilim ki ben
-Ah tabi! Güneşin tepede olduğu zaman çıkan gölgem kadar bile yoksun. Çok işimiz var şimdi lütfen gezeceğin yeri gez ve bir sapkınlık yapayım deme bugün özel bir gün. Burada tek turist sensin farkında mısın? Gürültü yapmadan işini hallet çıkışı biliyorsundur herhalde.
-Kahretsin. Buraya gelmekle hata ettim. Nenem haklıydı.
-Neden bahsediyorsun sen?
Ne sesi umrumdaydı artık, ne güzel suratı ne de gücü. Açıktan tehdit ve bir o kadar gayri resmi konuşma. Taksicinin direksiyona pineklemiş haline görür görmez cama tıklayıp onu uyandırıyorum. Salyaları direksiyona akmış adamcağız koluyla temizledikten sonra;
" Nereye gidiyoruz? Acıkmışsınızdır sizi Süryani şarabı ve mezelerinin olduğu bir yere götürebilirim diyor. İsterseniz bir şeyler atıştırdıktan sonra gezimize kaldığımız yerden dev..." sözünü tamamlamasına izin vermeden;
-"Bugünlük bu kadar yeter. Ben yiyeceğimi yedim teşekkür ederim", diyorum. Taksici neşemin söndüğünü fark etmiş olacak ki içeride bir sorunun yaşanıp yaşanmadığını sordu. Onu herhangi bir sıkıntıyla karşılaşmadığımın rahatlığına biraz gülümseyerek erdirdikten sonra taksicinin gaza basmasıyla Deyrulzafaran Manasıtırını geride bırakıyoruz. Neydi bu asık suratım, bu vazgeçişim, konağa tıkanıp ne yapacaktım? Onca yolu boşuna mı gelmiştim? Düşüncelerimle boğuşmak gibi bir niyetim yoktu. İnsanların vaveylasını önemsemeyeceğim demiştim. Neydi bu tavır, kimeydi?
-"Aslında şu Süryani şarabının tadına eve dönmeden bir baksak daha iyi olacak ".
diyorum gülümseyerek. Taksici sevinerek virajı alıyor. Bir terslik olduğunu anlamış emektar. Kim bilir
günde kaç kez aynı şeyi yaşıyordur. Neye içerlediğimi bilmese de, ifadesizliğimi anladı. Burayı bu yüzden seviyorum galiba biraz da. Hüznüne hüzünlenen insanlar, hüznü siliyor. Kulağıma dolan şarkıyı, yanımdan geçen arabalardaki insanları, uzaklaşan binaları düşünüyorum..
-İstediğiniz bir yer var mı?
-"Şarap işin lakırtısıydı, evdekiler geleceğimden habersiz, böyle karşılamak istemem onları. Güzel bir yemek yiyelim, birde mırra içelim arkasına. Süryani şarabı açmaz beni, sende araba kullanıyorsun"diyerek anlayışla bakıyorum ona.
-"Oldu o zaman ben sizi lüks bir restorana götüreyim ben, keyfiniz yerine gelsin belki de bu taksici benim aç aç gezme mi bekliyor diye kızmışsınızdır bana", diye patlatıyor kahkahayı.
-"İnanın sizinle alakası yok. Ben lüksün doğduğu yerden geliyorum. Bırakın Allah aşkına! Bağdadi Restoran yok mu oraya gidelim." diyorum. Yine taksici bana garip garip bakıyor dikiz aynasından.
-"Siz nereden geliyorsunuz, ayıp olmazsa tabi? " kafamla onaylayıp cevaplıyorum sorusunu.
-Estağfirullah! İngiltere.
-Çok zenginsiniz herhal.
Gülümseyerek cevaplamış olduğumu düşünüyorum bu sorusunu da. Yolda ki çizgilerin hareket etmediğini gördüğümde, restorana geldiğimizi fark ediyorum. Beni inmemi bekliyor zannımca. Çok yoruldu o da bugün diye düşünerek onu da davet etmek istiyorum. Adını sormamışım bu ana kadar.
İngiltere'nin yabaniliği bana da geçmiş galiba, işçiyi işini halletmek için kullandığımı hissediyorum, tıpkı onlar gibi. Kendime kızarak hatamı düzeltmeye çalışıyorum.
- Pardon adınız nedir?
-Musa. Yemeğinizi yiyin siz ben bekliyorum.Afiyet olsun.
-Yok Musa abi , sende gel beraber olsun. Bütün gün sende bir şey yemedin.
-"Heheeey! Sen fotoğraf çekerken ben yedim, aç olan sensin", diye yine boğuyor taksinin içini kahkahaya.
Bu kez bende dayanamayıp hıçkıra hıçkıra gülmeye başlıyorum. Evet, ben hıçkırarak gülerim, bir sorun mu var? Her neyse. Israrla indiriyorum taksiciyi arabadan, düşüncelerim bile kapitalist olmuş bu nedir yahu. Musa abiyi yani. Restorana girdikten sonra, merdivenlere yöneliyorum. Hızla yukarı çıkıp, buraya abimle geldiğimiz zaman oturduğumuz yere çörekleniyorum. Musa abi utana sıkıla geliyor, oturmak da kararsız, hafif al al olmuş yanakları. Zar zor oturmaya ikna ediyorum. Az sonra garson elindeki mönüyle masaya doğru yaklaşıyor. İki tane bırakmasını söylüyorum. Musa abiye uzatırken, biraz şüphe ve şaşkınlık var suratında. Düşündüğüm şeyin olmamasını dilesem de, sert bakışlarıma engel olamıyorum. Kara gözlerimin ateş saçtığına garanti verebilirim. Görmesem de anlayabiliyorum bunu, etrafı kızarmaya başlayarak, sanki az sonra yaşlanacak gibi. Kafamı hızlıca sallayıp;
-"KAYBOL", diyorum. Garson mahçup bir halde ve pişmanlıkla uzaklaşıyor yanımızdan.
-"Ee abi ne yiyoruz, biliyorsun ki ben çok acıktım. Buranın nesi güzel sen bilirsin?", diyorum büyük bir içtenlik ve samimiyetle.
-"Burayı ve nesinin güzel olduğunu bilmem. Hiç gelmedim. Ben artık kalkayım, araba da bekleyim", diyor.
Bu kez bu patavatsız dilimi ısırmaktan kaçınmıyorum. Nasıl toparlayacağımı düşünmeden başlıyorum konuşmaya;
-"Aman Musa abi bu saatte beni yalnız mı bırakacaksın? Hatırım kalır. Madem neyin güzel olduğunu bilmiyoruz, bizde bu gece neyin güzel olduğuna beraber karar veririz. Bak hava da karardı sayılır. Gel uzatma artık bir daha gideyim lafını duyarsam bende yemeyeceğim diyorum." böylece kırdığım potun çok fazla kalp kırıklığı yaratmadığına emin olmak için bütün saçmalayabildiğim konuları açıyorum. Ne de kötüyüm neyi yapamam ne varsa anlatıyorum ki şu aslında çok da önemli olmayan yere gelmemesi bir burukluk yaratmasın içinde. Bütün etli yemeklerden söylüyoruz. Ete bayılırım. Hiç bu kadar yemek yediğimi hatırlamıyorum son yıllarda. Malum helal et bulmak o kadar da kolay değil. Domuz eti olarak düşünmeyin hemen, müslüman bir ülkede yaşamıyorsanız aslında helal et alma olasılığınız sandığınızdan daha az. Bir etin helal olması ya da haram olması sadece domuz ve yemesi caiz olmayan hayvan etlerine bağlı değil. İnek, tavuk, kuzu bunlarda müslüman ellerden çıkmıyor nihayetinde. Allahuekber nidası çıkmıyor hiç bir ağızdan. İnsan tereddütte kalıyor işte. İçine sine sine yiyemiyor. Gerçi artık durum Türkiye'de de çok değişmiş değil. Makineleşince yüzlerce hayvanı aynı anda kesiyorlar. Bu konuda tam bir bilgim yok gerçekten. İnşallah yanlışta değilizdir. Yemeğimizi yedikten sonra tekrar garsonu çağırarak iki tane mirra istiyoruz. Mirranın tadi mütemadiyen acıdır. İsmide buradan geliyor zaten; mirra Arapça da acı demek. Nenem anlatırdı. Tüfeng çıktı yiğitlik bozuldu der her zaman.Şimdiki kahveler bir bardak suya toz eklenip yapılınca nenem dehşete düşüyor. Mirra yapılırken başlangıçta tek bir güğüm konur daha sonra ondan taşan diğer güğüme akar, bu yedi güğümle yapılır ve yedi gün sürer.Musa abinin sesi yükseliyor birden;
-Yedi gün sürüyor bunu yapması. Yedi günün sonunda yedinci güğüm ikrama sunulur bilir misin şey?
-"Ah! Yedi gün sürdüğünü biliyordum fakat yedinci güğümün ikram edildiğini senden duyuyorum abi. Bu mirranın telvesi de yok ama ekmekle sıyırasım geliyor.Kahve severlerin ulaşabileceği en üst nokta İçtiğinizde meğer espresso filan hikaye imiş, bizde alası varmış diyeceğiniz tat da bir canım kahve işte diye anlatıyordum İngiltere de büyüyen Türk arkadaşlarıma. Nasıl methettim görsen. İlk fırsatta geleceklerini söylediler. Bunu İstanbul da yapan bir usta da "espressonun ağası" derdi.," diyerek gülüyorum. Garson tekrar yaklaşırken fincanlarımızı ters çeviriyoruz ki bu kadarın kafi olduğunu gösterelim. Mirra içmenin adabı budur, kafi olduğunu düşünüyorsan fincanı ters kapatırsın. Fincanımı kapatıp masanın üzerine koyarken yine Bay Gölgeyi görüyorum. Karşımızdaki çapraz masaya geçip bize doğru bakıp gülüyorlar. Ne olduğuna anlam veremesem de sabahki beni rezil edişini anlattığını düşünerek kıpkırmızı kesiliyorum. Musa abide sertçe gülmeye başlayınca dayanamayıp ;
-"Hadi ama sende mi Musa abi? Şu hergeleler varya bu sabah bana ne yaptı içlerinden uzun iri olan biliyor musun? Niye onlarla bir olup benimle eğleniyorsun",diyorum sinirle.
Arkasına dönüp benim hergele dediğim heriflere selam veriyor. Ellerini iki yana açıp serçe gülerken omzunun üstünden onlara dönmüş ;
-"Bilmiyordur çocuklar, eğlenmeyin gençle", diyor. Kahkahasından nefesini ayarlayamamış olacak ki, eliyle bekle işareti yapıyor ve sorularıma bir süre ara veriyorum. Ben sormadan anlatmaya başlıyor bu iştahla neye güldüklerini.
-"Fincanını kapatıp masanın üzerine koydun. Bu bir tür flörttür. Masanın ağası garsona kız ayarlar. Ağa da sensin. Biraz garip oldu sanki kendine hahahaa", diye yarıda kesiyor açıklamasını.
-"Aman Musa abi demeyin öyle şeyler. Olur mu öyle. Ben gerçekten bilmiyordum. Birde buralıyım derim. Aklıma tüküreyim." diye kafamı avuçlarımın içine alırken karşı masadaki hergeleleri görüyorum. Büyük bir kararlılıkla hala gülüyorlar. Sanırım burada tek eğlenceleri benim. Buna bu kadar gülünür mü yahu. Garsonu çağırıp hesabı istiyorum. Bende önce Musa abi kapıyor hesabı garsondan. Fiyatın çokluğu gözlerini korkutmuş olacak ki yuvalarından çıkacakmış gibi açılıyor. O adisyona bakarken garsona fiyatı soruyorum.Az önce yaptıklarından dolayı söylemek istemiyor.
-"Benim misafirimsin lütfen izin ver diyorum.", ve çekerek alıyorum elinden. Birazcık bahşişle gönderiyorum garsonu. Normalde bahşiş vermeyecektim ama hesabı bana vermediği Musa abiye saygı gösterdiği için unutmuştum geldiğimizde yaptığı saygısızlığı.
-Karşıdakileri tanıyor musun diye soruyorum.
-"Evet tanımaz mıyım can yoldaşlarım benim onlar. Bugün sen resim çekerken bana yemek getirdiler. Nerde olsam ikiletmezler gelirler. Öyle temiz çocuklardır. Hele böyle senin gibi affedersin ama zor turistler olduğu zaman, çayımı çorbamı eksik etmezler", diyerek onu zorladığımı da ima etmekten geri kalmadı. Bu kez karşı masada oturanlara şefkatle baktı gözlerim. Sabah göğsünü dövdüğüm koca dingili, bir çocuk masumiyetiyle kucakladı gözlerim. Bakarken dudaklarım birden ince bir çizgi gibi yayvanlaşmış, bütün içtenliğimle ona gülümserken buldum kendimi.
-Benim hergeleyi tanıyorsun yani. Ona sorulacak bir hesabım var ama adını bile bilmiyorum sanırım fazla yüz göz olmaya gerek yok. Senin yanında sevdiğin bir insanı hiç etmek istemem diyorum kinayeli bir gülüşle.
-Adını neden kendisinden öğrenmiyorsun der demez basıyor ıslığı Musa abi. Dur demeye kalmadan!
Sandalyeye kaykılmış delikanlı ne olduğunu anlamamış bütün muzipliği ve güleçliği silinmiş yanındakini göndermeye çalışıyorken ikisinin de gelmesi için işaret ediyor omzunun üzerinden Musa abi. Adımları geri gide gide birbirlerini iterek yanımıza geliyorlar. Musa abi masaya oturmalarını söyleyince az önceki heriflerin içinden birer piremses çıkıyor sanki. Aman Allahım yakamdan tutan bu çocuk bu kadar utangaç mıydı? Hiç sanmıyorum. Masanın ağası kimmiş şimdi anladım esas. Onları alaya alarak;
-"Ben sana demedim mi sabah benden korktu bu hergele diye abi", diyorum kahkalar atarak. Musa abi zevkten dört köşe olmuş gibi heyecanla gülüyor. Sabahki küstağın sesinin yükselmesiyle son buluyor yüzümdeki gülümseyiş;
-Bana hergele mi dedin?
-Manastır bekçisi mi demeliydim yoksa?
-Musa abi sen niye çağırdın bizi buraya? Laf yiyelim diye mi? Kalk Lezir gidelim.
-Sabah yakamdan tuttunuz isimsiz küstah. Sana bir şey mi dedim. Bu ne kibir? Biraz alttan alamaz mısın akşam akşam tatsızlık çıkarıyorsun? Eğleniyoruz şurada.
-Benim üzerimden eğlenme, işin yok mu senin ufaklık.
-Bana ufaklık demeyi kesmeyen biri, karşı masada kaykılmış bana gülen biri, şimdi ona nasıl seslenmeyeceğimi ve gülmeyeceğimi söylüyor. O halde nasıl sesleneceğimden başlayabilirsin giriş olarak.
-Ne?
-Adın ne diyor oğlum işte diyor Musa abi.
Sinirinin yerini tebessüme bırakıyor yüzü ve devam ediyor.
-Adım Gabriel. Masa da sadece senin ismini bilmiyoruz galiba.
-Musa abiye de söylememişsin diyor adı Lezir olan delikanlı.
Siz bunları nereden biliyorsunuz diye sorarken Musa abinin yüzünü bir utanç sarıyor. Söze başlıyor;
-"Bugün seni bir farklı gördüm kızım, bir gizemin vardı. Hiç bir tüyo vermedin. Çocuklar yemek getirince seni gösterdim onlara. Şimdi senin yaşında bir kız, bütün şehri dolaşmak istiyor saatlerce, çok para eder, bu yaşta bu kadar parası olan bir kız çocuğu görmedim. O yüzden bizim çocuklar da bizimle birlikte geziler bütün gün. Kusuruma bakma, ne insanlar var ",diye bitiriyor konuşmasını. Halbuki hiç kötü davranmamıştım ona neden bana bunu yaptın be abi diye içerliyorum. Bende neler düşünüyorum bütün gün diye kendime kızıyorum. Demek Sarnıçta gördüğüm bu gölge de ona aitmiş, yanılmamışım. Beni o yüzden yakamdan tutmuş, anlayıp dinlemeden. İçim ağlıyor, hissediyorum. Aman Allah'ım gözümde ağlıyor sanırım derken yapıştırıyorum başımı yeni silinmiş masaya. Mirranın kokusunun hala çıkmamış olduğunu fark ediyorum. Gözlerimi masanın altında silip, kafamı kaldırıyorum.Masadakiler yaptıklarından bin pişman bakıyorlar suratıma.Umrumda değil.
-Param var abi, kimsenin ekmeğinde değilim ben diyorum hıçkırarak.
-Anladık be kızım üzme kendini diyor Gabriel.
-Bana kızım deme!
-Ne diyim sümüklü mü diyim? Ne istiyorsun anlamadım ki.
-"Musa abi bugün ne kadar çalıştın, yani ücret, yani borcum ",diyorum soran gözlerle.
İstemeye istemeye söyledikten sonra ücretini takdim edip çantamı toparlıyorum ve kalkıyorum.
-Buradan sonrasına başka bir taksiyle devam edeceğim. Hepinize iyi akşamlar. Zamansız ihanet diye buna deniyormuş demek ki. Hadi Allahaısmarladık.
-Dur kızım sen bizi yanlış anladın. İnsan emin elde çalışmak istiyor anlasana. Yemek getirdikçe de bir yokladılar işte. Büyütme bu kadar. Önlem almak bizimkisi derken devam ediyor Gabriel ve Lezir;
Gabriel: Üzgünüm baştan beri kötü bir karşılaşmaydı. Sandığın gibi haydut biri değilim. Yakana bu yüzden yapışmadım.
Lezir: "Buna garanti verebilirim" diyor Gabriel'e göz kırparak. Gabriel en alasından gülümsüyor bana.
Elimi havaya kaldırıp salladıktan sonra masada dönenleri arkamda bırakıp merdivenleri inmeye başlıyorum.
Gabrielden;
Onu Ulu cami de Sarnıçta ve Manastırda gördüm. Minyon ve kocaman kara anlamlı bakan gözleri vardı.Hakkında kötü düşünmedim hiç. Tekrar görebilmek için Musa abiye yalan söyledim. Gayet de fotoğraf çekiyordu adını bilmediğim kara gözlü bu kız. Ufaklık demem boşa değildi bakmayın; belki yaşını bana söyler de sübyancı gibi hissetmem kendimi diye bunu yapıyordum. Ama o hiç oyunuma gelmedi.Gerçekten 15 yaşındayım dese inanırdım. Ama o zaman kendime ne hesap verirdim? Yakasından tutup onu daha çok yaklaştırdım kendime. O bunu haydutluk zannedip içerledi. Tepkilerim mi yanlıştı yoksa ironik şekilde mi ilgi duyuyordum? Yaptıklarımla duygularım arasında tezatlık mı vardı yani? Kokusunu ilk o an hissettim. Annem gibi kokuyordu. Onu ilk tanıştığımız gün bile ağlamıştım. İlerlesek kim bilir ne olurdu. Lezir çapkın biridir. İyi ki onu ilk o görmedi diye şükrederken bu hiç olmadı. Ah Musa abi ah!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SARNIÇ
RandomSanki şarkı söylüyor gibiydi ses telleri... Bu hikayenin kurgusu ve yazımı tamamiyle Nehir Biraderoğlu'na aittir.