Yine buradaydı. Esintinin hafifçe gece siyahı tutamlarına dokunarak geçtiği, kuşların cıvıltılarından arınmış suskun insan kalplerinin öldüğü yerde. Aklın bitik, deliliğin baş gösterdiği yerdeydi.
Mezar taşının gözlerinin içine aval aval bıraktığı bakışlar tepesini attırıyordu. Her gelişinde aynı isim yazıyordu.
Yang Jeongin.
Ölüm tarihi, doğum tarihiydi. Sadece yıllarla oynanmıştı.
Bazen orada yatması gerekenin kendi olduğunu düşünüyordu. Bazense umursamayı bırakmak istiyordu. Aynada mor hareler düşmüş göz altlarından bakışlarını kaçırıp kendisine bakıyordu kimi zaman. Kendiyle faça façaya gelmekten çok korkuyordu.
Gerçekle yüzleşmek istemiyordu, gerçeklerden korkardı. Çok korkardı. Bir kan göletinin ortasında durmuş poyraz yönüne doğru süzülüyordu sanki. Gerçeklerden kaçmak adına ruhunu satmıştı.
Gözlerinin önünde, kollarında ölmüştü. Hyunjin buna ölmek demek istemiyordu, hayır. O ölmezdi ki. Çok güçlüydü. Ödün vermezdi hiç mükemmelliğinden, ama artık yoktu işte. Nöbette olduğu kalbini dolmayacak bir boşlukla değişmişti.
Elini parçalamış dikenli gülü yavaşça indirdi toprağa. Bir ihtimal oğlan bunu kabul etmeyecekti. Kan görmek istemeyecekti, kim bilir? Sevgilisinin kanını hissetmek iğrenç olmalıydı.
Aylardır. Aylardır her gece uykusundan oluyordu bir geceyi andıran çocuk. Yüzü mehtapla aydınlandığında nefret ediyordu kendinden. Yüzüne gölge düştüğünde bir daha nefret ediyordu olduğu kişiden, ruhundan. Her şafağa bir çizik atıyordu.
Elbette onun şafak kavramı farklıydı. Hem de çok farklı.
"Özür dilerim," diye geveledi ağzında. Aylardır yaptığı şey. "Bana kızgınsın ve bunun için kendimi affetmiyorum." diyerek devam etti. Giydiği lacivert kapüşonlunun şapkası başında yer edinmişti.
Zarif, kemikli parmakları mezarın etrafındaki mermere değdi, bir süre öylece durdu. "Ama ben de seni affetmiyorum." Kendini duyabildiğini düşünmüyordu. Kulağına çalan tek ses rüzgârın çığlığı andıran uğultusuydu.
"Söylesene," deyiverdi sohbet eder gibi. "Sözünü bozarsam bana darılır mısın?" Hafifçe başını sola yatırdı, ayakları üzerinde çömelirken. "Zira bana yalan söyledin. Sen de gittin. Yanımda olmamanın sebebi benim bencilliğim mi, senin yokluğun mu Jeongin, söylesene!" Sesi titriyordu, çatlamaya hazır bir cam gibi.
Onu biri duyuyor muydu, umurunda bile değildi. Sadece bir ruhun ona kulak verdiği ihtimaline, yaşlı bir söğüt dalına sımsıkı tutunuyordu.
Gecenin sahnesini ay çalarken saçını gece siyahı bürümüş genç cehenneme kucak açmışçasına sevdiği ile konuşmayı denerken arkasından gelen adım seslerini duymamıştı.
"Hayır," diyerek gözlerini kıstı. Mezar taşına değil, başka bir şeye odaklanmıştı, bir şey görüyordu sanki. "Denemedim öyle bir şey." derken sesi yükselmişti.
Arkasında güçlü bir el feneri açıldığında çocuk sustu. Hareketsizdi, tepki vermemişti. "Konuşmamı bölme." dedi sakin bir sesle arkasına dönmeye tenezzül etmeden.
Yabancının dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı. "Delisin sen," dedi kadifemsi ses istifini bozmayan bir rahatlıkla, el fenerini elinde bir şey yokmuşçasına taşıyordu. "Ölmüşsün."
Hyunjin tepkisizdi. Omuz silkti gecenin esintisi saçlarını okşarken. "Ölüler konuşamaz." İnanmazdı öldüğüne. Canı acıyordu, kalbi sızlıyordu. Boşluk zonkluyor, daha da mahvediyordu onu. Bir geceye karışarak yok olmak istiyordu bazenleri. Ama duygular haricinde hissediyordu. Hissediyorsa hayattaydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
grave of february, hyunho
Fanfictionher gece kaçıp suspus olmuş mezarın başında dikilip yas tutması hyunjin'in kendini kandırmasıydı. onun kalbini kanatları arasına alan minho da öyle. hyunjin cehennemi pak gören ehemmiyetsizin tekiydi. minho ise cenneti alevlere veren kederli ve yor...