"Kalk. Kalk ta şu pencereden yansıyan billur ışığa çevir gözlerini. Gözlerine yağsın âb-ı hayat. Sen gece sanırsın, nur yağmaktadır; sen ölüm sanırsın, yeni başlar hayat."
"Kalk. Bıkmadın mı uyumaktan? Kalbini esir eden fikir yağmalarından kaçmak için daha kaç sonsuzluğun kapısını çalmak niyetin? Kalk ta gözkapaklarında biriken gafletin tozu dağılsın. Kalk."
"Kalk efendi! Toprak uyandı, uyandı yerin ve göğün bekçileri, perdesi çekildi elinle tutamadığının, ufkuna dalamadığının. Sima silinmeden erişmek istersin, nasıl büyük hâlâ kibrin, nasıl da boyundan büyüktür hatmettiğin benliğin! Utanmaz mısın hakikatini eğip büktüğün uykulardan?"
"Kainat seni bekler, kalk ta gönlünden kalksın sisler, uyan efendi! Kalk!"
Gözlerini açtı. Birkaç saniye içinde dağıldı çevresinde titreşen karanlık, göğsüne çöken ağırlık geri geri çekilirken duyduğu ses te söndü. Sustu haykırış.
Cüneyd bakışlarını gezdirmedi çevresinde. Sırt üstü yatar halde dosdoğru yukarı, tavana çakılı kaldı gözleri. Kalbinin uğultusu doluyordu bu kez de kulaklarına. İlk değildi bu, son da olmayacaktı elbet oysa her defasında aynı sarsıcı etkiyi bırakıyordu.
Sese icabet etmek bir zorunluluktu. Zorlukla da olsa başını usul usul çevirdi karşı duvardaki saate doğru. Üçü geçmiş. Üçü geçmiş demek... Bunca dalacak ne vardı sanki uykuya? İkazı çağıracak ne vardı?
Derinden bir besmeleyle kollarından güç alarak doğruldu, salon sessizdi, kulak kabartsa döşemede yerli yersiz gıcırtılar duyulabilirdi. Terden üzerine yapışan, boğazını sıkan gömleği çekiştirdi. Birkaç düğmesini çözüp boynunu gevşetti.
Salonu boydan boya adımlarken içini çekti. Birkaç ay önce diller dökmüş, adeta yalvarmıştı amcası bu eve geçmesi için.
"Cüneyd'im. Bilirim senin gönül kıblendir bu dergah, mürşid dedenin dizinin dibi. Çıkmak istemezsin, çıksan da Allah-u âlem, ben de bilirim ya rahat edemezsin. Fakat artık kendi çatını kurmak, o çatının eri olmak lazım gelir. Kendi düzenini inşa etmen, bir gün senin gözlerinin aydınlığı olacak hanımın için de yerini yurdunu hazır etmen icap eder. Ha eğer ki diyorsan; "Amca senin bende hiç hatrın yoktur, ben ancak dedemin sözüyle hareket ederim." o zaman bil ki vallahi mürşid babamın da gönlünden geçen budur."
"Estağfirullah..." demişti Cüneyd hafifçe titremesine engel olamadığı sesiyle. "Ben senin fikriyatını rehber sayarım, bilirsin." Çatık kaşlarının ardından bakmış, başını muhalif olduğu belli bir tavırla yukarı kaldırırken sesinin dizginini eline almaya çabalamıştı. "Lakin düşüncen; bir haneye geçince peşinden oraya bir hanımın da geleceğiyse bu hususta yanılmanı istemem." Başını bu kez eğmiş, doğrudan amcasının gözlerine bakarak konuşmuştu. "İzdivaçla ilgili hissiyatım değişmeyecek amca."
"Yahu niye?" Ansızın o bilindik sabırsız tavırla patlayıvermişti amcası. "Niye, niye?" Çaresizliğini anlatacak yeterli kuvvette bir cümle kurma telaşı içindeydi. "Cüneyd'im bak ben seni anlıyorum, kitaplarınla mesud oluyorsun, ruhunun gıdasını onlardan alıyorsun, onlarla hemhal oluyorsun. Dünyada da, dünyalıkta da gözün yok, tamam. Lakin bu peygamber sünnetine bunca karşı çıkmak yazıktır, günahtır. Ben de demiyorum ki gönlünden geçmeyen, gözüne hoş gelmeyecek birini alayım zorla zevcen edeyim - tövbe estağfirullah. Yahu amcan ne zaman senin için hayırsız bir iş istedi?"
Direnememişti, amcasının feveranını, hararetini izlerken kalbi yumuşamıştı her zaman olduğu gibi. Onun bu çabası sevgisindendi, hissederdi. Hiç fark ettirmese de derinden derine hoşuna giderdi çoğu zaman onun yükselişleri. En çok ta çocuğunu azarlayan bir baba gibi göründüğü vakit.
Yüzüne yayılmasına izin vermeden, hafif bir gülümsemeyle geçiştirmişti memnuniyetini. "Estağfirullah. Ben böyle bir şey mi kastettim şimdi?" Sesi konuşmanın başındaki titreyişten tamamen arınmıştı. "Nikah ta ölüm de Allah katında haktır. Vakti gelince elbet olur. Lakin şimdi sırası değildir derim. Bu hususta karar vermek te hakkımdır zannımca."
Kaşlarını sorarcasına yukarı kaldırınca Sadi Hüdayi bıkmış bir tavırla başını sallamıştı. Bakışları kalın, kırmızı halıya çevriliydi. "Peki... Ne desem kâr etmeyecek madem peki... Senin dediğin gibi olsun. Senin gönlün hoş olsun da n'eyleyim. Varsın bu amcanın gönlünden geçen olmasın." Ansızın bir şeyi anınsamışçasına yüzünü Cüneyd'e çevirmişti yine. "Lakin bu peki o peki değil ha Cüneyd! Ev meselesinde ciddiyim." Elini kaldırıp kitaplara doğru sallamıştı. "Dilersen fecrin doğuşundan akşama kadar aha burada otur, oku oku oku... Lakin akşam ezanı vaktinde sen de hepimiz gibi evinin yolunu tutacaksın bundan gayrı. Burayı da senin fedai ile bizim Arif'e teslim edeceksin. İtiraz istemem!"
En azından bir muharebenin galibi olma hissinden onu alıkoymak istememiş, mürşid dedesinin de arzusunu bildiğinden usulca başını sallayıp "Peki..." demekle yetinmişti Cüneyd. Lakin o vakit bu söylediğinin göğsünde git gide büyüyen bir boşluğa sebep olacağından bîhaberdi.
Buradaydı işte. Amcasının o kadar arzuladığı yuvanın içinde, elleriyle yüzüne su çarparken banyodaki aynaya bakıyordu. Neye hizmet etmişti, neye yaramıştı o günki çaba bilmiyordu, bildiği tek şey onu üst kattaki rahat yatakta yatmak yerine bir kapıkulu gibi salonda, sert kanepede yatmaya iten hissin yoğunluğuydu.
Yüzünü kapının ardındaki mavi havluya silerken, kollarını kurularken, zihni başka bir eksene doğru kaydı;
"Kaninatta her şeyin, herkesin bir merkezi var. Belki burası da sizinkidir."
Onun merkezi. Merkezi miydi kendisini şu koca evde bir yabancı, parmak uçlarında yürüyerek kimseyi rahatsız etmek istemeyen bir misafir misali rahatsız hissettiren hakikat? Merkezinden mi kopmuştu, ona olan uzaklığı mı kalbinde sökükler açıyordu?
Belki de evin büyüklüğüydü sebep. Çemberindeki boşluk ne denli büyürse kimsesizliği de aynı ölçüde, daha büyük bir şiddetle çarpıyordu sanki yüzüne. İçini doldurup boğazına doğru tırmanan bu duygular onu kendisine getirdi. Engel olmalıydı, durdurmalıydı bu hissi iradesini tamamen ele geçirmeden.
Hızlandı. Üst kattaki dokunulmamış, soğuk yatak odasında üzerini değiştirirken hareketleri neredeyse çarpık bir hal almıştı. Zihnine sızan sisi dağıtmaya çalışıyor fakat an be an daha fazla gömülüyor gibi hissediyordu.
Kapının önünde üzerine cübbesini geçiriren ellerinin titrediğini hissetti. Buz gibi havaya adım atar atmaz yürüyüşüne bir canlılık geldi, yüzüne çarpan serinlikle zihnindeki sisler de gerilere çekildiler.
Ona gidiyordu ya, ona giden yollar bile kalbinin söküklerinden sızan zamana merhem oluyordu. "Merkeziniz..." demişti hani o kız, merkezine gidiyordu, her şeyin başladığı ve bittiği o noktaya. Yıldızlar koyu mavi gökyüzünden küpeler misali sarkarken o, içinde her defasında baştan tutuşan bir ateşin ilk kıvılcımlarıyla arşınladı sokağı.
Kabrin başı sessizdi. Soluk gece lambalarının ışığıyla yıkanmış mermerler, karanlığa doğru dehşetli ve inkar edilemez bir soru haykırıyorlardı sanki. Ey yoldan geçenler! Siz, ey faniler! Yaşamak ne vakit başlar bilir misiniz siz?
"Bilmem..." Cüneyd'in kısık sesi gecenin rengini emen taş mermerler üzerinde boğuk bir akisle yankılandı. "Bilmem ben... Ben beni bilmem ki bana dair bir yanıt vereyim."
Mermerler öylece durdu. Çıldırtıcı bir sessizlikle, bilinmez bir sabırla, yan yana dizili, ulu gölgeleriyle bir sırrın yakıcılığı kadar gerçek, öylece durdular. Cüneyd birkaç dakika baktı onlara. Sonra merkeze doğru çekildi. Kendi merkezine.
Eğilip kabrin toprağına dokundu önce. Erişmek isteyip te erişemediğine baktı, erişebilecekken erişmek istemediklerini düşündü. "Anne..." dedi usulca, gözlerindeki acıyı çekinmeden karanlığa emanet ederek "Ben bir sana dokunabiliyorum."
Yüzündeki yaşı elinin tersiyle beceriksizce silmeye çalışırken bakışları kabrin ayak ucuna döndü bir anlığına. Kalbinde yağmaya hazır bulutları orada bekletmek istercesine sabaha kaydı düşünceleri. Kızın oturduğu yer orasıydı, beceriksizce çizdiği daire buradan görünmüyordu.
Yüzünü taşa çevirdi yeniden. "Merkezim var." Sesinin kendinden emin çıkmasını sağlamaya çalışır gibiydi. "Benim de merkezim var." Bu kez gözyaşlarını engellemedi, perde perde yüzüne inerken silmedi onları. "Ben yuvasız değilim anne."