Sevsen beni. Gözümün içine baktığında kendini kaybedecek kadar çok sevsen. Nefes almak gibi olsam senin için. Öyle sevsek ki, 'seni seviyorum' cümlesi anlamını yitirse. Gülen gözlerin, gözlerimin tam içindeyken çeneni ısırarak anlatsam seni sevdiğimi. Ve anlasan. Cevap versen; sarılıp kokumu ilk kez nefes alıyormuşcasına içine çekerek. Ve anlasam. Bi evimiz olsa seninle. Bilirsin, vanilya kokulu. Kapısında turkuaz bir saksı ve beyaz çiçekler olan bi ev. O eve girmek için saatleri saysam. Hep o anın enerjisiyle geçirsem günü. Ve girsem. Vanilya kokusu. Saat aynı, 6ya çeyrek kala. Gelsen. Sütlü kahveler yapsam sana. Önce kahveyi koklasan,sonra beni. Kafanı boynuma sokup öpsen, öpsen.. Kaçıp kurtulsam sonra kollarından. 'Acıktıım!' diye bağırsam. Belimden sarılsan yine, 'Şımarma da makarnaları getir' desem gülüşümü saklayarak. Makarna yapsak birlikte. O mutfak makarna değil, huzur koksa ama. Öyle ki ahşap beyaz iskemlelerinde bile oturanın gözlerinin içi parlasa. Şarabımız olsa bir şişe, ama karadut. 'En sevdiğimizden..' Onu içip bir film izlesek seninle. Filmdeki Londra'da tanışıp Paris'te evlenen o çifte baksak ,sonra sağımıza çevirsek kafamızı ve o kocaman mavi çerçevedeki siyah beyaz resmimize baksak bir de. 'En güzel aşk filmi biziz!' desek aynı anda. Dudakların bir kez daha benim olsa, kanıtlarcasına. İspatlarcasına bu aitliği. Bu eve, duvarlara, krem rengi o koltuğa. Yanımızdaki sehpaya uzatsam kolumu, ekoseli battaniyemizi alsam. 'Adım atmaya üşeniyorum' desem fısıltıyla. 'Burda uyusak?' Aynı ses tonuyla cevap versen. 'Sarılacaksak, farketmez.' Orda o koltukta uyuyakalsak birbirimizin nefesiyle. Ve ertesi güne senin ellerini yüzümde hissederek başlasam. Güzel olmaz mıydı?