Saat altıyı yirmi bir geçiyor, deniz kenarında koşu yolunun kenarındayım. Dinlenmek, denizi izlemek için kenara dizilmiş bankların birinde oturuyorum. Elimde suratımı örten, az önce bu bankta rüzgardan uçmaya hazır bulduğum bir gazete var. Kendimi onun arkasına sakladım.
Sıra sıra dizilmiş bu banklarda oturan herkes denize odaklanmış durumda, o da dahil. Benim ise gözlerim, tek kelimesini bile okumadığım manşetlerle onun vücudu arasında gidip gelmekte. Beyaz kulaklıklarından yükselen müzikle beraber denizi izlemekle öylesine meşgul ki iki bank ötesinde gözünü dikmiş ona bakan birinin varlığından habersiz.
Gazeteyi bankın benden kalan ucuna koydum. Dalıp gittiğinden tamamen emin olduğumda, her gün düzenli olarak o bankta geçirdiği yarım saatin de son demlerindeydik. Onunla aramızda kalan boş banktan yararlanarak boynumdaki fotoğraf makinesini havaya kaldırdım. Deklanşöre bastığımda çıkan ses diğer tarafımda oturan orta yaşlı çiftin dikkatini bana çekmişti.
Suçlulukla gülümsedim. "Manzara fotoğrafı,"
Yalanımı doğru bilip anlayışla baş salladılar. Makinenin ucundan süzülen fotoğrafı elimde salladım. Yakışıklı görüntüsü tamamen gözler önüne serildiğinde fotoğrafı sağa sola savurmaktan vazgeçtim. Üşümüş ellerimi soğuktan kızarmış burnunun üstünde gezdirdim. Bu daha çok burnunu sevmek gibiydi. Diş tellerimi kabak gibi meydana sermeyecek şekilde gülümsedim. Fotoğrafı yukarı kaldırıp gerçeğinin yanında tuttum. Manzara karşısında nefesim tekliyordu. Ne vardı sanki bu kadar yakışıklı olacak? Bana da yazık.
Şişme montumun cebinden çıkardığım siyah kalemle fotoğrafın hemen altındaki beyaz, boş yere "Kırmızı burun" yazdım. Onun ayaklanmaya başladığını fark ettiğimde hemen saatime baktım.
"Tam zamanında" diye fısıldadım kendi kendime. Oturduğumuzdan bu yana tam yarım saat geçmişti. Hemen fotoğrafın arkasını çevirip bugünün tarihini attım.
22.12.14 , #follower tam iki bank uzağında
İstisnasız her gün aynı saatte evden çıkıp koşmaya giderdi, ben de hemen peşinden tabi. Her sabah aynı yolu koştuğu gibi her sabah da aynı bankta yarım saat otururdu. Her gün aynı şarkıları dinliyor bile olabilirdi. Bazen gözlerini kilitlediği noktadan asla ayırmazdı. O an düşüncelerini okuyabileceğim özel bir güç beklerdim hep. O kadar derin ne düşünüyor olabilirdi ki? Bazen de gözlerini etrafında dolaştırıp dururdu. İşte o zamanlar ben kılpayı fotoğraf çekerken yakalanmaktan kurtuluyordum.
Ayağa kalkmış şişme montunun şapkasını kafasına geçirdiğinde hemen arkasından ben de onu taklit ettim. Ördüğüm sarı saçlarımı da sol omzuma almayı ihmal etmemiştim. Kalemle beraber fotoğrafı da cebime attıktan sonra bir aydır yaptığım gibi peşine düştüm.
Siyah-kırmızı spor ayakkabılarının üstüne siyah eşofmanını giymişti. Üstünde fermuarını boğazına kadar çektiği, şapkasını da kumral saçlarının üzerine örttüğü kırmızı-lacivert şişme montu vardı. Arkasından yürürken kocaman ayaklarının bastığı yerlere, ufacık ayaklarımla basmaya çalışıyordum. 10 saniye önce onun sağ ayağının değdiği yerde 10 saniye sonra benim sağ ayağım oluyordu. Bu durumdan çocuk gibi mutlu olmak da sevdaya dâhil mi?
Sahil yolundan çıktığımızda beni hiç şaşırtmadan sarı cepheli fırına girdi. Her sabah Ahmet abi ile konuşup onu güldürecek ne bulduğunu merak ederdim. O fırıncıyı bir kez bile güldürmeyi başaramamıştım. "Ketum suratlı," diye mırıldandım. Ama O'nun suratına da silik bir gülümseme yerleştirebildiği için Ahmet abiye minnettar sayılırdım. Onun sayesinde her sabah bu manzarayı görebiliyordum. Tam fırın kapısında, yüzündeki gülümsemeyle beraber çektiğim 6 tane fotoğrafı vardı. Hepsini de farklı sabahlarda yakalamıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
FOLLOWER~
Teen Fiction"Hiç prenses gibi hissetmedim ama her zaman gelmesi için bir prens bekledim. Ve bir gün geldi. Birini bu kadar sevebileceğimi hiç bilmiyordum."