On sekizinci yaş günümü, annem doğduğu kentte ölebilsin diye Seoul'den Eden'a doğru araba kullanarak geçirdim. Geçtiğimiz her tabelanın beni hayatımın şüphesiz en kötü gününe yaklaştırdığını bilerek geçilen bin kilometre uzunluğunda bir asfalt. Böyle bir şeyi kimseye doğum günü boyunca tavsiye etmiyorum. Bütün vol boyunca araba sürdüm. Annem araba kullanmak bir yana, uzun süre uyanık kalamayacak kadar hastaydı. Araba kullanmayı pek dert etmiyordum. Yola çıkalı tam iki gün, bir saat olmuştu. Annem uzun yolculuk nedeniyle bitkin ve kaskatı görünüyordu ve eğer ben açık bir yol bulamasaydım, ölümü çok da geç olmayacaktı. "Kyungsoo, buradan dön." Anneme komik bir bakış fırlattım fakat yine de dönüş sinyalini açtım.
"Önümüzdeki beş kilometre boyunca çevre yolundan çıkmamamız gerekiyor."
"Biliyorum. Bir şey görmeni istiyorum." İçten içe soluyarak söylediğini yaptım. Zaten son dakikalarını yaşıyordu ve istediği şeyi görmem için fazladan bir günü daha olması olasılığı yok denecek kadardı. Her yerde upuzun salman çam ağaçlan vardı. Ağaçlar ve toprak yoldan başka hiçbir şey göremiyordum, ne bir tabela ne de bir sınır işareti. Sekiz kilometre kadar gittikten sonra endişelenmeye başlamıştım.
"Doğru yöne gittiğimizden emin misin?"
"Tabii ki eminim." Alnını cama yasladı, sesi o kadar alçak ve çatlaktı ki onu zorlukla duyabilmiştim. "Yalnızca bir mil daha."
"Sonra?"
"Göreceksin." Biraz daha gittikten sonra karşımıza bir çit çıktı. Yolun kenarı boyunca uzayıp giden çit o kadar kalın ve yüksekti ki arka tarafta ne olduğunu görmek imkânsızdı. Sonunda sağa doğru kıvrılıp bir çeşit sınır çizgisi oluşturduğunda en azından üç kilometre daha gitmiş olmalıydık. Bu süre boyunca annem mest olmuş bir bakışla pencereden dışarıyı seyretmişti.
"Bu mu yani?" Sesime bu hayal kırıklığı tonunu bilerek vermemiştim, ancak annem fark etmemiş gibi görünüyordu.
"Tabii ki değil. Buradan sola dön, tatlım." Söylediği gibi yaparak arabayı köşeden döndürdüm.
Onu üzmemeye dikkat ederek "Burası çok hoş bir yer." dedim. "Fakat bu sadece bir çit. Bizim gidip evi bulmamız ve..."
"Burası!" O zayıf sesindeki ani coşkuyla irkildim. "İşte orada!" Kafamı kaldırdığımda neden bahsettiğini gördüm. Çitin ortasında siyah, demirden dövülmüş bir kapı vardı ve biz yaklaştıkça daha da büyüyor gibi görünüyordu. Sadece bana öyle gelmiyordu. Kapı gerçekten de devasaydı. Oraya yalnızca güzel görünsün diye konmuş olmadığı da belliydi. Kapı, onu açmayı düşünebilecek herhangi bir canlının tam anlamıyla ödünü koparmak için oraya konmuştu. Kapının önünde yavaşlayarak durdum, demir çubukların arasından bakmaya çalıştım fakat görebildiğim tek şey daha fazla ve daha fazla ağaçtı. Arazinin sonu uzaklaştıkça uzaklaşıyordu fakat kafamı ne kadar kaldırırsam kaldırayım, içeride ne olduğunu göremiyordum.
"Çok güzel, değil mi?" Sesi canlı, neredeyse neşeliydi ve bir anlığına da olsa sanki eski, sağlıklı günlerinde yaptığı gibi konuşmuştu. Elini elimin içinde hissettim ve onu cesaret edebildiğim kadar sıkıca kavradım. "Bu, Eden Köşkü'nün girişi."
Elimden geldiğince, coşkulu olmaya çalışarak, "Şey, çok büyük," dedim. Pek de başarılı olduğum söylenemezdi. "Hiç içeriye girdin mi?" Masumca bir soruydu fakat karşılığında aldığım bakışlar bana cevabın çok açık olduğunu, bu yer hakkında daha önce hiçbir şey duymamış olmama rağmen bunu biliyor olmam gerektiğini söylüyordu. Bir an sonra annem gözlerini kırpıştırdı ve o bakışlar kayboldu.
Kuru bir sesle, "Uzun zaman önce," dedi ve ben anın büyüsünü bozacak her ne yaptım ise pişmanlık duyarak dudağımı ısırdım. "Özür dilerim Kyungsoo, yalnızca görmek istemiştim. Devam edelim."