Merhaba arkadaşlar. Bu benim ilk hikayem beğenmeniz dileğimle.
"Eylül!! Hala kalkmadın mı sen? Antrenmana geç kalacaksın!"
Havva Sultanın sesi tüm odada yankılanıp bana tekrar geri geldi. Pazar günü olmasına rağmen annem basketbol antrenmanımı bahane edip beni yine ve yine saat 9'da kaldırmayı başarmıştı. Kafamı biraz daha yastığa gömüp bekledim. Sonra gözümün önüne eğer kalkmassam kafamı bir milim bile ıskalamayacak terlikler gelince hızla yataktan kalktım ve gerinerek mutfağa doğru yürümeye başladım. Ayağım sevgili(!) ve biricik(!) kardeşimin holde bıraktığı –ya da düşürdüğü- kitaba denk gelince duvara tutunarak son anda yerle öpüşmekten kurtuldum. Tüm günahlarımı kardeşime gitmesini dileyerek doğruldum ve kitaba koca bir tekme savurdum. İnşallah annem sesi duymamıştır. Sonrasında ise zıplayarak mutfağa girdim:
"Günaydın Havva Sultan." Öpülmeyi sevmediğinden gıcıklığından öpmüştüm onu.
"Ben sana öpme demiyor muyum? Hem saat dokuz buçuk oldu geç kalacaksın. Sonra "hoca niye beni fazla koşturuyo anne?"...
Onu duymazlıktan gelerek sofraya oturdum. Annem haklıydı. Her zaman her yere son anda yetişiyordum. Bu da tabi ki geç kalkmamdan sonrasında ise evde eşyalarımı ve kıyafetleri bulmak için dört dönmemden kaynaklanıyordu. Vırvır –son alarmlı saatime bu ismi takmıştım- karşı duvarda parçalanarak yaşama veda etmişti. Hiçbir alarmlı saat onun yerini tutamaz diye yenisini de almamıştım. Eh tabi Minnie mouse'lu saat bulmak kolay değil.
Telefonumun sesini duyunca çatalımı hızla bırakarak odama doğru depar attım. Annem arkamdan söylenmeye başlamıştı bile. Telefonumu alıp yatağa zıplayınca kimsenin aramadığı, sadece kimin dokuz buçuğa kurduğunu bilmediğim –tahminin yok sayılmaz- alarm çalıyordu.Telefonu tam duvara fırlatırken babama bu telefonu almaya ikna etmek için matematik sınavından doksan aldığımı hatırladım. Hemen telefonu aşağıya indirdim. Tabiî ki de matematik notu yetmişi geçmeyen birisi olarak doksan almak benim için hayli zor bir işti. Açık konuşmak gerekirse kıçımı yırtmıştım. En yakın arkadaşım Can bunu duyunca içtiği freşayı burnundan yüzüme doğru fışkırtmıştı. Üç gün boyunca onla konuşmamıştım ve hala çilekli freşa içmiyorum. Büyük trajedi yaşamıştım. Her neyse telefonu bıraktım ve banyoya gittim. Ah işte en sevdiğim naneli diş macunum. Dişlerimi fırçalarken basketbol antrenörümüzün bu gün bize –ya da bana- nasıl işkenceler çektireceğini düşünüyordum. Galiba halata tırmanma, ekstra fazla koşu veya takımın faulcüsü ile birebir maç. Aynadan kendime baktım. Bakmaz olaydım. Düşünürken diş macunu ağzımın kenarından akmış, dağınık topuzum ise kimsenin yapamayacağı kadar dağınık bir topuz olma rekorunu ele geçirmişti. Dondurmalı pijamalarımı saymıyorum bile. Kendi kendime gülüp dişlerimi fırçaladım. Odama geçtiğimde annem yatağımı toplamış, kıyafetlerimi dolabıma tıkmıştı bile. Hmm. Antrenmanım saat on ikide. Şimdi saat ise 10:06. Yapacak iki şey var: ya Burcu ile tüm okulun dedikodusu, ya da sevgilim Egemen ile İzmir sahilinde turlamak. İkinci seçenek beni daha çok cezp ediyor. Ama Egemen'in sınav haftası. Çok şükür benim sınavlarım geçen hafta bitmişti. O yüzden tek seçenek Burcuydu. Telefonumu elime alıp Onu aradım."Aloo! Burcuu! Kanka ne haber yaa?" Sesim çıkabilecek en coşkulu şekilde çıkmıştı.
"Eylüll! İyidir ama unuttun bizi aramıyon günlerdir?" Onu en son Cumartesi günü aramıştım. Ve bugün Pazar.
" Özür dilerim kanka ya. Ben de onu diyodum gel bu gün gezelim, telafi edelim."
" Sonrada alışveriş yaparız akşama kadar. Süper be kız günü tam ihtiyacımız olan şey!" Hıhı en çok alışverişe ihtiyacın var Burcu. Ailen evinde kıyafetlerine yeni bir oda açmış kız hala alışveriş diyor.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Eylül Rüzgarı
ChickLitHani bazı rüzgarlar vardır, ılık ılık eser ısıtırlar içimizi. Hani bazı anlar vardır, içimizde fırtınaların kopmasına neden olacak kadar kuvvetli, hani kararlar verdiğimiz bizi ordan oraya savuracak anlar. İçimizdeki fırtınalardan kurtulmak isteriz...