Maziye Selam

185 12 11
                                    

Hep düşünürdüm zaman bizden birşeyleri alıp götürüyor mu yoksa bir ağaç misali serpilip kuvvetlendiriyor mu diye. Şimdi sorumun cevabı karşımda durmuş beni selamlıyor.
Hayatın yükünü omuzlarında taşımaktan yorulmuş dizleri titreyen bir ihtiyar edasıyla. Evim , doğduğum büyüdüğüm, sevinçlerimi köşe bucak her yerine serptigim, hüzünlerimi sessizce yatağımın altına gizlediğim güzel evim.

Yıllar sonra ne olduda beni buraya geri getirdi hiç bilmiyorum. Sadece içimdeki fısıltı, git durma, an bile yitirme, bugününü bırak yarınını kurtarmak için düne git dedi. Kulağa ne kadar manasız ve komik geliyor değilmi? Bu ses o kadar çok beynimi kemirdi, o kadar çok kulaklarımda uğuldadıki şimdi buradayım.

Kapının tokmağı merhaba dercesine avucumun içini doldurdu ve yavaşça ittim. Sanki akordu bozulmuş viyolonsel gibi sesler çıkararak açıldı. İçeri adımımı attığım anda heyecan,korku ve hüzün harman olup gözlerimde birikti. Her adımda mazi ile bugün arasında incecik bir ipin üzerinde düşmemek için çabalayan cambaz gibi hissettim kendimi. Sanki ev de yılların yalnızlığına son veren bu adamı görünce duygulanmış, gözleri dolmuşcasına duvarları boncuk boncuk rutubetli, ahşap zeminin çıkardığı sesle hoş geldin diyordu.

Duygu denizinde alabora olmak üzere sendeledigim on an birden irkildim.
- Kimsin sen ! Burada ne arıyorsun.
- Ee şey be ben Yusuf.
- Yusuf. Ahmet efendinin oğlu Yusuf mu ?
- Evet .
Arkamı dönüp neredeyse kalbimin yerinden çıkmasına sebep olacak sese baktığımda gözümde biriken yaşlar yanaklarıma süzülmeye başladı.

- Rahmi baba. Sen misin ?
- Evet evladım benim. Hoş geldin.
Rahmi amca rahmetli babamın kadim dostu, yoldaşı ve hatta tabiri caizse akıl hocası idi. Öyle yerinde tespitler yapıp yol gosterirdiki yemek içmek gibi bir ihtiyaçtı babam için.

- Hoşbuldum baba. Nasılsın iyimisin. Zaman yıpratmış gibi seni.
Karşılıklı tebessüm ettik.

- Elhamdülillah evlat. Yıpranan cesettir ruhtur baki olan. Kabuk zayıflamalı ki içindeki özgür kalsın.
Yüzümdeki tebessüm yerini kızarıklığa terketti birden.

- Hadi gel evladım atölyeye gidelim bi yorgunluk kahvesi içer sohbet ederiz biraz. Hem senin bende bir emanetin var onu vereyim sana.

- Emanet mi ? Ne emaneti ?
- Sabıret evladım gidince görürsün .
Bir kaç dakika yürüdükten sonra Rahmi babanın marangoz atolyesine varmıştık.

- İdris iki kahve söyle evladım. Nasıl olsun Yusuf kahven.
- Şekerli lütfen.
- Duydun İdris hadi. Bu arada bizde yazıhaneye geçelim.

Rahmi amcanın küçük sadece kendini çeviren marangoz atolyesi mis gibi ağaç kokuyordu. Çam ,ceviz , kiraz, hepsinin kokusu harman olmuş insanın içine nüfuz ediyordu.

- Buyur Yusuf bendeki emanetin. Çok şükür doğmadan sana vermek nasip oldu.
Rahmi amca ölümün son değil bir başlangıç , gerçek yaşama doğmak olduğuna inandığı için ölüm kelimesini pek kullanmazdı.
Masanın üzerine uzun ince bir kutu bıraktı. Yavaş yavaş kutuyu açtım.

- Bu !
- Evet ahretliğin bir gün dönersin umuduyla bana emanet ettiği Ney i.
Ellerim titreyerek Ney e uzandı. Elime aldığımda üzerindeki yakma hat yazı dikkatimi çekti.

- Baba ne yazıyor burada.
- Mûtû kable en temûtû. Ölmeden evvel ölünüz.

FAKİRHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin