-'Fatıma'nın doğumu yaklaşıyor baba. Halep'e de gidemeyiz artık. Doktor doğumun kolay olmayacağını söylemişti. Sancıları da artıyor' dedi telaşlı bir sesle. Üstelik tam 8 yıldır bugünü bekliyordu. Hiç çocukları olmamıştı. Karısı Fatıma da aynı heyecanla bekliyordu ailenin yeni ferdini. Ama Abdullah'ın dudaklarından çaresizce dökülmüştü umutsuzluk cümleleri. Hasretle bekledikleri bebekleri yıllar sonra dünyaya teşrif edecekti etmesine de sevinç hüzne yenik düşmüştü. Üzerinde yaşadıkları topraklar, tarihin en muamma dönemlerinden birini yaşıyordu. Zalim rejim, kendi halkının üzerine bombalar yağdırıyordu. O bombalamanın şiddetiyle hastaneler, okullar yerle bir olmuştu. Dahası artık saldırılar, tarihin bir bebek gibi üzerine titrediği Halep'e yöneliyordu... İşte tarihin, gözünden sakındığı bu kadim şehir, şimdi iki minik yüreğe kucak açmaya hazırlanıyordu. Öyle de olsa anne Fatıma'nın gözlerinden etrafa sevinç kıvılcımları değil hüzün haleleri yayılıyor, gözyaşı dökülüyordu. Zor günler geçirmişti. En sonunda, beklediği vuslata ulaştığını düşünürken bir anda yıkılmıştı hayal köşkü. İçinde buruk bir sevinç vardı şimdi. Savaşın ortasında doğuracağı çocuklarına mı, yoksa kerpiçten evlerinin dört bir yanından esen korkunç rüzgârların küçük bedenleri ürkütmesine mi üzülecekti, bilemiyordu. Kafasında soru işaretleri doluydu.
Eşi Abdullah'ın kapıyı açmasıyla bu düşünceleri bir yana bıraktı. Yüreğini verdiği adam yavaşça süzüldü içeriye. Eşinin uyuduğunu düşünüp, gıcırtısından rahatsız olmasın diye yavaşça kapattı kapıyı. Ne ki sedirin bir ucunda yatan eşine yaklaşınca şaşırdı. Ağlıyordu! Nasırlı elleri, Fatıma'nın göz pınarlarına değdi. Parmaklarıyla gözyaşlarını sildi genç kadının... O ara kendi gözleri de buğulandı; ancak fark ettirmemeye çalıştı. Çünkü bu topraklarda hayat çetindi. Erkeklerin ağlama, kadınların katıksız mutlu olma hakkı yoktu sanki. İçinden bir "ah" çekti. Ardından derince soluklanıp "çiçeğim" dediği karısının yüzüne baktı yeniden. Sıkıntısını biliyordu... En fazla, onun ümitsizliği karşısında kendi çaresizliğine üzülüyordu. Derken zor da olsa titreyen sesiyle:
-'Fatımam üzülme! Halk askerleri püskürtmüş, şehre geçememişler. Üstelik bizim kasabaya hiç uğramazlar. Bak, hem evi de onaracağız. Korkacak hiçbir şey yok!'
Deyip sustu. Söylediklerine kendisi de inanmamıştı. Ancak Fatıma'nın yüreğini ferahlatmak istiyordu. Bunda başarılı da oldu. Karısının kalbini istila eden sıkıntılar biraz olsun hafiflemişti. Ama bu, ondan duyduklarının etkisiyle değil, yanındaki varlığıyla gerçekleşmişti. Derken Fatıma, gözlerinin içine baktı Abdullah'ın. Yavaşça elini uzatıp parmaklarına dokundu. "İkna oldum" der gibi süzdü gözlerini.
Bu bakış genç adamın yüreğine huzur olarak akmıştı. Bu ongunlukla sedirin ucundan doğrulup elektrik düğmesine yöneldi. Düğmeye basıp ışığı kapattı. Başını yastığa koydu, ancak az önceki anlık mutluluğu yerini yine hüzne bıraktı. Şimdi de kendi gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Göğsünde birikti hıçkırıklar. Ağıt boğazında düğümlendi. Ama gözyaşlarını içine akıtmayı beceremedi. Yastığına indi her damla yaş. Fatıma ise, hamileliğin verdiği yorgunlukla çoktan uyumuştu.***
Sabahlar eskisi gibi tat vermiyordu bu kasabaya. Puslu hava yüreklerde bir sızı bırakıyor, güneşli günlerin özlemi bütün haneleri yakıp kavuruyordu. Savaşa koşanların ardından feryat eden kalpler kalmıştı geride. Umutlar yeşermiyor, küçük meydanda telaşlı bekleşmeler ülkenin sonu hakkında en ufak bir ipucu vermiyordu. Hava kararıyor, akşam oluyor, hüznün rengi kızıla büründüğünde kapılar erkenden kapanıyordu. Korku ve ümitsizlik esir almıştı insanları.
Abdullah küçük bakkalının kapısını kapatıp evinin yolunu tuttu. Yürürken yine aynı şeyi; Fatıma'nın doğumunu düşünüyor, bir yandan da ayağına takılan küçük taşları yol kenarına atıyordu. Her attığı taş, belki de ülkesinin önünde kaya gibi duran zulmün birer temsiliydi. Hınçla açıyordu çocukların eskiden cıvıl cıvıl koştuğu yolun üzerini. O ara durakladı. Aynı avlunun içinde bir başka evde oturan anne-babasını görmüştü. Onlar da otlattıkları hayvanları ahıra kapatıp işlerini bitirmiş, yavaş yavaş evlerine çekilmeye hazırlanıyorlardı. Yanlarına yaklaşıp buruk bir sesle selamını verdi. Onu ilk fark eden ise yaşlı babası oldu. Ardından da selamına karşılık verdi. Ne var ki yaşlı adam oğlunun yüzünde yer eden hüznü fark etti yine... Bu durumuna kaç zamandır şahit oluyordu. Ancak elden ne gelir? O da belirsizliğin verdiği üzüntüyle ağzına lokma koyamıyordu. Torunlarının nasıl bir dünyaya göz açacağını bilmek, umutları bir kez daha kırıyordu.
Kısa bir sohbetin ardından Abdullah, anne ve babasının yanından ayrılıp evine yürüdü. Onu kapıda karşılayan Fatıma oldu. Oturma odasına girdiğinde sofrayı kurmuş, tabaklara yemek koymak için onu bekliyordu. Ilık bir sevinç yayıldı içine. Aile mutluluğu bu olsa gerekti. Küçücük bir mutluluk! Bunu bile çok görüyorlardı. Yanında duran eşinin alnından öptü, elinden tutup yer sofrasına oturmasına yardım etti. Akşam yemeğini yediler. Ardından da günün bütün yorgunluğunun göz kapaklarında birikmiş olduğunu hissetti. Gözlerine çoktan uyku çökmüştü. Demeye kalmadan da her akşam radyoda dinlediği, her şeyin güllük gülistanlık olduğu yalanını tekrarlayan rejimin propagandaları eşliğinde gözleri kapanmış, tek bir kelime söylemeden rüyalara dalmıştı. Onunla birlikte doğumu iyice yaklaşan Fatıma da keyifsiz geçen günlerinden birini daha gecenin karanlığına gömüyordu. Günler bu bilinmezlikler içinde geçiyor fakat ülkenin olduğu gibi kasabanın üzerindeki kara bulutlar dağılmak bilmiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GRİ UMUT
RandomYanıbaşımızda dumanı tüten savaşın can yakan hikayelerinden biri Gri Umut...Yersiz ve yurtsuz kalmanın acısını iliklerinize kadar hissedeceksiniz...