Ben Hans-Thomas ve babam Norveç'teki eski bir liman kenti olan Arendal'da yaşıyoruz. Annem kendisini bulabilmek için dünyaya açılmak istemişti. Biz de onu desteklemiştik. 1-2 haftaya döner diye düşünüyorduk ama anneme gideli yıllar oluyordu. Atina'ya gidiyorduk. Annemi orada arayacaktık.
Bir anlaşma yapmıştık babamla. Ben arabada uzun süre gidersek huysuzluk yapmayacaktım. Babam da arabada sigara içmeyecekti. Bu yüzden sık sık sigara molası veriyorduk. Babam da bu molalarda felsefe yapıyordu. İsviçre sınırında sadece tek pompası olan son derece esrarengiz bir benzin istasyonunda durduk. Küçük bir adam geldi yanımıza. Bir cüce ya da ona benzer bir şey olabilirdi. Babam ona Venedik'e giden en uygun yolu sordu. Cüce bir yolu gösterdi ve Dorf adlı küçük bir yerde konaklamamızı önerdi. Sonra yola çıkacakken bana bir kutu içinde büyüteç verdi. Bu sana Dorf'ta lazım olacak. Sonunda Dorf yönünü gösteren bir levha gördük. Dağa giden bir yola saptık. Oldukça ıssız bir bölgeydi. Az sonra hava karardı. Tam uykuya dalacakken babam "Sigara molası" dedi. İnip taze Alp havasını soluduk. Babam bir sigara yaktı ve gökyüzünü göstererek "Biz sıradan minik insanlarız evlat" dedi. "Eski bir Fiat'la Atina'ya gitmeye çalışan minik lego figürleriyiz. Hem de bir bezelye tanesinin üstünde. Dışarıda milyarlarca galaksi var. Her biri de daha da fazla yıldızdan oluşuyor. Kaç gezegen olduğunu ancak Tanrı bilir." "Ben yalnız olduğumuza inanmıyorum evlat. Evren yaşam kaynıyor ama biz bunu hiç öğrenemeyeceğiz. Galaksiler birbirleriyle hiçbir bağlantısı bulunmayan yapayalnız adalar gibidir." "Düşünsene astronotlar üzerinde yaşam olan başka bir gezegen keşfetse herkes müthiş şaşırır. Ama kendi gezegenlerinin varlığı hiç de şaşırtmıyor onları. " Ertesi sabah uyanınca Dorf'a varmış olduğumuzu anladım çünkü bir yatakta yatıyordum. Pencereden bir göl görünüyordu. Dışarı çıkıp dolaşmaya karar verdim. Köy öyle küçüktü ki dolaşmam 5 dakika sürdü. Göz atmadığım tek yer olan ekmekçi dükkanına baktım. Vitrinin yanında içinde tek bir altın balık bulunan bir cam kap bulunuyordu. Bu turuncu balık herhalde ekmek kırıntılarıyla besleniyordur herhalde diye düşündüm. Birden akşam güneşi kaba vurdu ve cam kap pırıl pırıl oldu. Ve o zaman balığın sadece turuncu olmadığını fark ettim. Kırmızı, sarı ve yeşil renkleri de vardı. Sonra içerdeki beyaz saçlı yaşlı adamı fark ettim. Bana içeri gelmemi söyledi. Adam Norveççe biliyordu. Bana bir şişe gazoz getirdi. "Nasıl?" diye sordu. Ben de "Harika" dedim. Sonra "Bir gün bundan bin kat daha iyisini içeceksin " dedi. Adama baktım sonra Arendal'ı falan anlattım ona. Oda Arendal'ın yakınlarında oturuyormuş. Sonra babamın çağırdığını duydum ve gitmem gerektiğini söyledim. Sonra beni durdurup dört üzümlü keki kesekağıdına koyup bana verdi. "Ama söz ver bana büyük olanı yalnız yiyeceksin. Ve kimseye anlatmayacaksın" "Tabii" dedim ve gittim." Akşam fırıncının dediğini yaptım ve büyük üzümlü kekin içinden küçücük bir kitapçık çıktı. Kitapçığın yazıları okunmayacak kadar küçüktü. Sonra büyüteç aklıma geldi ve okumaya başladım...