Tam dudaklarımın arasından bir hıçkırık kaçacakken şiddetli bir gök gürültüsü yankılandı semalarda. Sağanak bir yağmuru da beraber getiren bir fırtına başlamıştı. Gözlerimden yuvarlanan gözyaşlarıyla beraber yere çöktüm. En azından artık yalnız ağlamıyordum. Hıçkırıklarımı tutmak için kendimi zorluyordum, ellerimi ağzıma siper etmiştim. O anda sanki kıyamet koparmış gibi bir ses işittim. Bu gökyüzünün ben yanındayım deme şekli miydi? Öyle olmasını umdum ve çaresizce ağlamaya devam ettim. Kendimi daha fazla sıkmadım, öylece oturdum. Ağlamanın güçsüzlük veya tam tersi olarak değerlendirilmesine karşıt olan bir insandım. Bilimde bile kendine ayakları yere sağlam basan bir neden bulamamış bir eylemi kategorize etme cüretini bu insanlar kendilerinde nasıl buluyorlardı, hiç anlamıyordum. Bence bu kadar basit değildi bu olay, derin bir kuyunun dibini görememenize rağmen onun nerede olduğu hakkında nasıl yorum yapabilirsiniz ki? Yanaklarımdan aşağı süzülen su damlalarıyla beraber yüreğim biraz olsun hafifliyormuş gibi hissediyordum. Aynı zamanda, bütün derdimi omuzlayan gözyaşlarının ruhumda biriktiğini ve bunu daha fazla kaldıramayacağımı da biliyordum. Sonuçta zihnimiz hatırlamak üzere tasarlanmıştı, unutmak değil. Hafıza kaybı gibi şeyler dışında bir anıyı asla silip atamazdınız. Bunun bilincinde olmaksa insana ayrı bir yorgunluk veriyordu. Gözümüzün gördüğü, kulaklarımızın duyduğu, yaşadığımız her şeyi bir ömür yanımızda taşıyorduk... Ve omzumuza binen bu alışılmadık yüke de "yaş" diyorduk. Ve hatta belki de omzumuza binen yük arttıkça gözlerimiz daha sık ıslandığından, bu şey yaş olarak isimlendirilmişti. Kim bilebilirdi ki?
Bir anda gerçekliğe geri döndüm. Beynimde kaybolmayı çok seviyordum. Orası, çıktığım her yürüyüşte farklı fikirlere çarptığım ve garip hislerle ayrıldığım bir yerdi. Havada uçuşan kelimelerden rasgele seçip cümleler oluşturuyor, anlamları hakkında kafa yoruyordum. Sahi, ben bazen gerçekten başkasına ihtiyaç duymuyordum.
Aynı şimdiki gibi, dedi içimden bir ses. Haklıydı da. Ellerimle gözyaşlarının yarattığı ıslattığı dağıtmaya çalışıp zor da olsa ayağa kalktım. Ve bunu yaparken yapayalnızdım. Ne ailem ne de bana çok değer verdiğini iddia eden arkadaşlarım vardı yanımda. Sırtıma saplanan hançer çok canımı yakıyordu, yaram çok derindi. Hançerin ucu yüreğime girmişti. Acı. Somut olmayan, gerçekte var olmayan o şey nasıl da soluduğum havaya sızıp ciğerlerimi dağlıyordu, inanamıyordum.
İçimden bir ses, gerçeklik nedir ki, dediğinde derin bir nefes verdim. Bunu sonra düşünecektim. Zihnimdeki bir eleman bunu düşünülecekler listeme çoktan kaydetmişti. Kendime gelmeliydim, hem de derhal. Geceyi kaplayan karanlığın ruhumda bir delik bulup girmesi işten bile değildi. Açık bir yarayla dolaşmam, düşmanımın iştahını kabartıyor olmalıydı. Hançeri çıkarmıştım yerinden, sırf başkası gelip tekrar saplayabilsin diye. Çenemin titremesi halen geçmemişti. Kendimi hissetseydim, en azından ne hissettiğimi birkaç kelimeyle betimlerdim. Ancak deneyimlemediğim bir şey hakkında konuşamıyordum. Önüme düşen saçlarımı geri attım. Odamın ışığını açtıktan sonra aynaya baktım. O garip maddede gördüğüm şey kendi yansımam olmamalıydı. Gözlerime inanamıyordum. Bu... ben miydim? Bu dağılmış surat, kıpkırmızı gözler, mosmor göz altları, karışmış saçlar bana mı aitti? Duruşumu dikleştirip saçımı olabildiğince düzgün bir şekilde topuz yaptım. Sessizce kapının kulpunu tutup aşağı çektim. Ev karanlığın etkisine girmiş, boğuluyordu. Derhal lavaboya gidip yüzümü yıkadım. Aynaya bakmamaya özen gösteriyordum. Bu görüntüye dayanamaz, ağlardım çünkü yine. Bir geceye bu kadar can sıkıntısı yeterdi. Odama geri dönüp aynı dikkatle kapımı kapattım. Yavaşça yatağıma oturup telefonumu elime aldım. İnterneti açtığımda hiç mesaj gelmeyeceğini biliyordum. Ama umut bitmiyordu. Ne akıllanmaz şeydi, bir türlü uslanmak bilmiyordu. Sınıf grubundan 50 mesaj vardı. Buğulanan görüşümü temizlemek için gözlerimi ovuşturdum. Bir mesaj bekliyordum. Sadece tek mesaj. Sadece 2 kelime, "İyi misin?". Ne kadar zor olabilirdi ki! Ama kimse beni umursuyor gibi gözükmüyordu. Random atıp uygulamadan çıktım. Işığı kapatıp gözlüğümü bir kenara koydum. Güzel bir uyku çekmenin zamanı gelmişti. Daha hafif hissettiğimi fark ettim. Yatağımın hemen yanındaki perdeyi kaldırıp içine girdim. Fırtına dinmişti, Ay dede bana tüm suratıyla göz kırpıyordu.
İçimden bir ses yarının daha iyi olacağını söylüyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gökkuşağını Beklerken
Teen Fiction"Bulutlar ağlıyor, anne. Söyle ağlamasınlar! Ben onlarla paylaşırım oyuncaklarımı, yeter ki bana darılmasınlar..." Gökkuşağını bekleyen bir kız, Argın. En sevdiği şarkı son notasına geldi diye bunalıma girebilecek, aynı zamanda da 20 kişilik silahl...