"Anne ben burada yapamıyorum." demişti Merve, gözyaşları hıçkırıklarıyla yarışırken. Öylesine bıkmıştı ki henüz bir ay bile olmamışken. Yaşamayı bırakın bu şehrin havasını solumak bile öldürüyordu onu. Her saniye bir hançer misali saplanıyor göğsüne, zehirliyordu onu acı denen yılanın hain dişleri. Birkaç yıl öncesine kadar ne de severdi okumayı. Kariyer hayalleri içinde yüzerdi geceleri, şimdi ise okulun verdiği acıyla gözyaşlarında yüzüyordu. Her gün yeni bir çivi saplanıyordu körpe bedenine.
"Alışırsın kızım, sabır." demişti annesi kızı için yanıp tutuşan yüreğiyle. Aynı gözyaşları boğuyordu anne - kızı. Biri çirkef hayatın günden güne şiddetlenen sancısıyla kıvranırken, diğeri pamuklara sararak büyüttüğü evladı için küle dönüyordu.
Hayata geldiğimiz ilk anda başlarız gözyaşı dökmeye. Ve hayat öylece sürüp gider gözyaşları arasında, ilk saniyesinde olduğu gibi. Bazılarını ayakta tutan tek şey; hayalleridir, Merve de onlardan biriydi. Kore hayalleri süslüyordu günlerini, gecelerini. Talihsizlikler peşini bırakmasa da her kaçırdığı fırsatla alevleniyordu hayalleri. Hayalleri kadar güzeldir insan, hayalleri kadar güzeldi Merve.
Bazen sevinç, bazen hayal kırıklıkları doluydu hayat denen torbanın içi. Acısıyla, tatlısıyla geçmişti 5 sene ama çoğu zaman da aksilikler bırakmamıştı genç kızın yakasını. Her gece bir hayal kurmuştu ve her biri gerçekleşmemek üzere yok olmuştu doğan güneşle birlikte.
Huzursuzca sıyrıldı dikenlerle süslü geçmişinden. Hatıraların verdiği kederle "Kurduğumuz tüm hayallere rağmen değişmeyen dünyanın şerefine!" diye mırıldandı koltuğunda doğrulurken. Ne kadar alışsa da bu uzun uçak yolculuğuna, hala yorucuydu hem de fazlasıyla. Gözleri boşlukta dolaşırken saatine kayıvermişti bakışları birden. Sessiz bir oh döküldü dudaklarından bir saat sonra ayaklarının yerle buluşacağı sevincinin verdiği keyifle. Zorlu bir eğitim hayatının ardından farklı suretlerle de olsa gerçek olmuştu bir takım hayalleri. Mesela yıllarca hayalini kurduğu ülkede yaşıyordu. Üstelik birçok dostu da vardı, bir de belirsizlikler üzerine kurulu bir ilişkisi. Haesun fazlasıyla anlayışlı bir gençti, bir o kadar da sahiplenici. Belki de kızların rüyalarını süsleyebilecek niteliklere sahipti. Ama işi yüzünden hep ihmal ediyordu kız arkadaşını. Önemli bir şirkette çalışıyordu bu yüzden çok yoğundu. Gerçekten de çok yoruluyordu fakat bu, kız arkadaşına gereken ilgiyi göstermemesi için bir bahane olamazdı. Genç kız tipik bir Aslan - Başak karışımıydı. En çok ilgi isteyen iki burcun birleşimi... Bu durum onu huzursuz ediyor aynı zamanda Haesun'dan uzaklaşmasına sebep oluyordu. Bugüne kadar böyle sürmüştü ama farkındaydı ki bu ilişki bir yerlerde tıkanmıştı. Yine de Haesun'a bitsin diyemiyordu, onu hayatından tamamen atamıyordu. Çünkü ona karşı duyguları vardı, adı aşk olmasa da. Bugün yalnız kalmak istemişti bu yüzden Haesun'a haber vermemişti döneceğini. Karşılamaya gelmesini istememişti, "Zaten işi vardır." diye düşündü tarifsiz bir duyguyla.
Uçak artık inişe geçmişti. Artan sarsıntılar onu rahatsız etmiyordu ya da umursamıyordu. Yüzündeki ifadesizlik bıkkınlığını ve yorgunluğunu apaçık belli ediyordu.
Bavulunu alıp sallanarak yürümeye başladı; donuk bakışlarını gizlemek içinse güneş gözlüklerini taktı. Büyük bir sükûnet içinde yürümeye devam etti. Hava alanının dışında her zamanki gibi bekleyen boş taksilerden birine atladı ve aynı sükûnet içinde sürdü yolculuğu. Sadece gideceği yeri söylemek için birkaç saniyeliğine bozulmuştu bu sessizlik, sonra yine aynı.
Taksi yavaşça durdu evinin önünde. Parayı uzatıp gülümsedi ardından teşekkür etti. Aynı şekilde gülümseyerek karşılık vermişti taksici. Bavulları indirip iyi günler diledi ve genç bayanı evi ile baş başa bırakarak uzaklaştı. Bavulları taşımak ayrı bir dertti her yolculukta. Asansöre bindiğinde "Bu asansörü kim bulduysa harika bir iş yapmış." diyerek kıkırdadı kendi kendine. Sorunsuz ve sessizlik içinde tamamlamıştı bir günü. Başını yastığa koyduğunda yeni bir düşünce fırtınasında savrulmaya başlamıştı. Gelecek endişesi hiçbir zaman bitmiyordu hele de insanın yapacağı birçok iş varsa...
Ağırlaşan gözleri zihnini saran fırtınayı savmıştı. Uykuya teslim olurken son kez teşekkür etti sahip oldukları için. Odanın sessizliğine sessizlik katılmıştı gün doğuncaya dek.
Zebra perdenin arasından sızan güneş ışıkları aydınlatıyordu odayı. Ağır ağır gözlerini araladı, etrafına boş bakışlar attıktan sonra "Yeni güne merhaba!" dedi büyük bir alayla. Yüzündeki alaycı gülümseme kaybolurken yavaşça doğruldu yatakta. Hala atamadığı yorgunlukla esnetti bedenini.
Mavi, beyaz ve siyahın hayranlık verici uyumuyla donatılmış, oldukça sevimli bir evi vardı. Tek sorun kendini son zamanlarda evinde de yalnız hisseder olmasıydı. Türkiye'ye gitmesindeki en büyük etken belki de buydu; yaralarını ailesiyle sarmak, yalnızlığını sevgi dolu yuvasında unutmak. Haesun ise tek sebebiydi yalnızlığının. Bir türlü anlayamıyordu kendini neden bu kadar ihmal ettiğini.
Başını sağa sola sallayarak dağıttı canını yakan düşüncelerini. "Bugün dışarı çıkmalıyım. Evet, evet bu bana iyi gelecektir." diyerek avuttu kendini. Elini yüzünü yıkayıp kahvaltı için mutfağa ilerledi. Masaya bir kaç parça kahvaltılık koydu ardından kaynayan suyun altını kapattı. İçine 3ü1arada kahve paketini boşalttığı fincanı aldı, tam fincana suyu boşaltacaktı ki çalan telefonuyla irkildi. Henüz kaynayan su asıl hedef; fincan yerine eline boşalmıştı. Acı bir çığlıkla elindeki çaydanlığı fırlattı. Bir yandan elini soğuk suyun altına tutuyor, bir yandan da "Lanet olsun!" diye tıslıyordu. Büyük bir öfkeyle, inatla çalan telefonu açtı. Öfkesi yüzünden kibarlıktan uzak bir üslupla "NE!" diye gürledi. Arayan Jin Hyuk'tu. Ünlü bir eğlence şirketinde menajer olarak çalışıyordu. Sabah sabah bu kadar önemli ne olabilirdi ki Merve'yi çağırıyordu?
"Peki, 15 dakikaya ordayım." diyerek kapattı telefonu. Şık bir o kadar da pratik kıyafetler giydi, natürel bir makyajla tamamladı hazırlığını. Elinin acısını iyiden iyiye hissetmeye başlamıştı. Jin ile buluşmak için şirkete gidiyordu. Zaten 10 dakikalık yürüyüş mesafesindeydi. Şirkete yaklaştıkça duyduğu gürültüler artıyordu. Merak içinde yürümeye devam etti. Evet, artık gelmişti. Bakışlarını telefonundan ayırıp kapıya yönelttiğinde şirketin önündeki kalabalık onu şok etmişti. Biraz daha yaklaşıp geçecek bir aralık aradı ama sonuç tam bir fiyaskoydu. "İçeri girmem imkansız." diye mesaj attı Jin'e ve sabırla beklemeye başladı. Ne olduğuna dairse hiçbir fikri yoktu ta ki onları görene kadar. Her zamanki gibi tüm sevimlilikleri ve karizmalarıyla yürüyorlardı içeri doğru. Zaman olduğu yere çakılmış, akmıyordu sanki. Mahşeri kalabalığın arasından hayranlıkla izliyordu hayranı olduğu grubun geçişini. Bir anda her şey durmuştu, etrafta kimse kalmamıştı o ve sevdiği idollerden başka. Saniyeler saatten uzun, susmak bilmeyen çığlıklardan eser yoktu şimdi.
Bir asır gibi gelse de 7 yakışıklı gencin içeri girmesiyle her şey son bulmuştu. O sırada Jin çoktan gelmişti ve güvenlik onlar için bir yol açıyordu. Jin'in sesiyle kendine geldi.
"Mina! Hey!"
"E-efendim." Mina şaşkınlığın yarattığı kekemelikten kurtulamamıştı Jin'i yanıtlarken.
"Hadi ama kalabalığın arasında sıkışmadan içeri girmeliyiz bir an önce."Peki anlamında başını salladı Mina yani Merve. Yabancı arkadaşları Merve isminin telaffuzunu zor bulduğu için Mina diye sesleniyorlardı yıllardır.
Jin'in elini tutup çekmesiyle yeniden acı bir çığlık attı. Bu çığlık karşısında afallayan genç endişeyle "Sorun ne?" diyebilmişti. Mina aşağı kaydırdığı gözleriyle elini işaret etti. Sabahki yanığın etkisi henüz ortadan kalkmamıştı. Jin tuttuğu eli hafifçe kaldırdı. Şaşkınlık ve dehşet yüzünden okunabiliyordu."Ne yaptın sen kendine?"
Mina umursamaz bir tavırla "Yandı işte. Önemli bir şey yok," diye bir şeyler geveledi.
"Nasıl önemli bir şey yok diyebiliyorsun? Elinin halini görmüyor musun? Hadi içeri geçelim ilk yardım malzemeleri olması gerek."
Arkadaşına bugün de olduğu gibi hep yanında olduğu ve ona iyi baktığı için minnettardı. Ama aklı şu an rüya gibi geçip giden 7 idoldeydi. Onları görmeyi o kadar çok istiyordu ki... Yıllar önce başlamış bir hayranlıktı bu. Her anlarını takip etmiş, onlara dair her şeyi öğrenmişti. Aslında herkesin sandığı gibi sıradan bir hayranlık değildi. Herkesin hayatta bir rol modeli vardır. Mina'nın gençliğini de rol modeli, hayranı olduğu kişi şekillendirmişti. Hayallerine bir adım daha yaklaşmışken onlar öylece önünden geçip gitmişti. O kadar hayranın arasından kendisini görecek değillerdi ya. Evet, farklıydı yüzü, tipi giyimi... Her şeyi farklıydı çünkü o bir Türk'tü. Ama bu onu fark etmeleri için yeterli bir sebep değildi. Milyonlarca yabancı hayranları vardı neden bir tek o fark edilsin ki?
Yine yüzüyordu derin düşüncelerin sularında. O kadar kapılmıştı ki düşünce seline, tüm gözlerin onu süzdüğünü fark etmemişti bile. İçeri girdiklerinde duyduğu ses yine titretmişti kalbini. Tek heceydi bu sarsıntının sebebi; V. Yine geçip gidiyordu bias'ı Kim Tae Hyung, sahne adıyla V. Her şey uyanmak istemediği bir rüya gibiydi. Jin elinde soğutucu spreyle ona sesleniyordu, yeniden sıyrıldı düşünce tufanından. Ama onu yeni bir sürpriz bekliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ben Bir Yıldızım Gökyüzünde
Teen FictionHayalleri süsleyen bir ülke, bir kızın tüm gençliğini şekillendirmiş bir idol ve yıllar sonra gelen sürprizler... Alıştığın hayat mı yoksa gençliğinin toz pembe rüyaları mı? Bir idolün hayatına girmek senin hayatından neler götürür? Fedakarlık yapma...