''İstersen yardımcı olabilirim?'' gülümseyerek dolu gözlerime bakan kehribar gözlere odaklandım. Yaklaşık 25 dakikadır dalgın bir şekilde spor yapıyordum. Bende aynı şekilde gülümseyerek teşekkür ettim. Elindeki suyu bana uzattığında yerimden doğrulup aldım. Bir yandan terimi silip bir yandan suyu içmeye başladığımda dolgun dudakları aralandı. ''Kendini zorlamanı önermem, bu sende hasar açabilir. Sana ısınman için bir kaç hareket yazsak fena olmaz. Canını sıkan şey nedir?'' dedi. Gözlerimi kaçırdım. Salonun hocasıyla dertleşmek mantıklı gelmiyordu. ''Bir şeyim yok, evet haklısın biraz paslandığımı kabul ediyorum.'' deyip ayağa kalktım. Sağ elimi uzatıp gülümsedim. ''Ben Almina.'' Uzanıp elimi sıkıca tuttu.
''Buğra'' dedi usulca. İçimi titreten bir ses tonu vardı. Tüm kırgınlığımı öpsün istedim. Hayatımdaki tüm kötülüğü silsin, bıçakların yaralarını kapatsın istedim. Çektiğim hasretleri sonlandırsın, elimi hiç bırakmasın istedim... ''Adının anlamı ne?'' diye sordum sohbeti ilerletmek adına. Kahkahayı bastı ve tahmin etmemi istedi. Aklıma ilk geleni sallayıp ''Cesaret?'' dedim. ''Asla alakası yok. Peki senin adının anlamı nedir?'' dedi. ''Güneşin tutulurken aldığı kızıl renk.'' dedim tek nefeste. Hayranlığı yakaladım bakışlarında. ''Gerçekten çok hoş. Bende söylerim ama eğer gülersen hemen sporu bırakıp benimle kahve içmeye gelirsin, kabul mu?'' dedi ve gözlerimin en derinine baktı. Gitgide merakım artıyordu. Kabul ettim ve cevaplamasını bekledim sırıtarak. ''Erkek deve'' dedi ve tekrar gülmeye başladı. Yüksek sesle attığı kahkahaya dönüp bakanları umursamadan bende gülmeye başladım. -Kendimi tutamadan olduğuna yemin edebilirim- Gülüşünün arasından sordu: Kahveyi nerede içmek istersiniz matmazel Almina? Ah dedim içimden, seninle ölüme bile gidebilirim azizim... ''Buraları hiç bilmiyorum. Nerede içebiliriz 40 yıllık hatırımızı sayın deve bey?'' deyip dişlerimi göstererek gülmeye devam ettim. Saydığı birkaç yer arasından İkilem Kafe'yi seçtim. Soyunma odasına girip üzerimi değiştirdim ve montumu aldığımda telefonum titremeye başladı. Göz ucuyla bakıp ablamın çağrısını sessize aldım. Aynı evde yaşayan yabancı olmak fazlasıyla ağır geliyordu. Beni spor salonunda dahi ağlatan acıyla baş başa bırakan ailemi görmek, duymak, bilmek dahi istemiyordum. Ayna karşısına geçtim. Tahmin ettiğim kadar dağılmış gözükmüyordum. Saçlarımı salıp dudağıma renklendirici sürdüm. Kendi kendime gülümsedim, canım sıkkın olduğunda bile kendimle ilgilenmeyi seviyordum. Kapıya çıktığımda elinde bitmeli kalan sigarasıyla karşı kaldırıma oturmuş Buğra'yı gördüm. 180 boylarında iri bir adamdı. Buna rağmen gözüme bir anlığıma çocuk gibi gelmişti. Tekrar gülümsedim, her hali gülümsetiyordu sisli gözlerimi... Çat pat ıslık öttürdüm. Kafasını kaldırıp salonun girişine baktı. Tam gülecekken birden gözlerini kıstı ve panikle sigarasını söndürdü. Saniyeler içinde ayağa kalkarken birden gözlerim karardı. O an hissettiklerimi kelimelere dökmem gerekirse gerçekten dünya ayaklarımın altından kayıp gitti diyebilirim. Buğra'nın adımı haykırmasını duyuyordum, ta ki yere yığılıp başımı çarpana kadar...
***
''Nasıl bir kızsın sen böyle? Uyurken dahi gözlerinden yaş süzülmesine sebep olacak kadar ağır ne yaşıyorsun?'' saçlarımda dolaştığını hissettiğim el ve duyduğum sakin ses ile ayılmaya başladım. Gözlerimi açmadım henüz. Yattığım sert yatağın sol tarafında ağırlık vardı. Muhtemelen Buğra orada oturmuş benimle konuşuyordu. Kendimi zorlayarak gözlerimi araladım. Kurumuş dudaklarımı ıslattım ve kısık gözlerle etrafı süzdüm. Hastane odasında, sağ koluma serum takılmış haldeydim. ''Buğra... Ne oldu bana?'' diye sordum çatallı sesimle. Buruk bir gülümsemeyle yanıtladı. ''Şarjın bitti güzelim. Prize taktık doldu tekrardan.'' Acıyan koluma rağmen güldüm. Gözleri gülüşüme kaydığında utanarak dudaklarımı kapattım. ''Saklama.'' dedi keskin ses tonuyla. Bir sesin kaç farklı tonu olabilirdi? Sanırım Buğra'nın sonsuzdu. Tekrardan güldüm ve dil çıkarttım. Bu hareketim onu da güldürdü. Odaya giren hemşireyle sohbeti böldük. ''Geçmiş olsun, bilinen bir hastalığınız var mı?'' diye sordu. Göz ucuyla Buğra'ya baktığımda onunda pür dikkat bana baktığını gördüm. Onun yanında söylemek istemediğim için anında gözlerimi kaçırdım. Bunu anlamış olmalı ki ''müsaadenizle ben çıkayım'' deyip ayaklandı. Sessiz kalıp çıkmasını bekledim. Hemşire bitmiş serumu kolumdan çıkartırken bir yandan da sağlığım hakkımda konuştuk. Damar yolu kolumu gerçekten acıtmıştı. Kazağımın kolunu indirirken Buğra tekrardan yanıma geldi. İçimi titreten gülüşüyle tekrarladı. ''İstersen yardımcı olabilirim?''
***
''İki sade kahve alabilir miyiz?'' dedi Buğra, garsona. Garson başıyla onaylayıp adisyona not aldı. Yanımızdan ayrılırken masaya koyduğum telefona düşen mesajla ekrana baktım.
Kimden: Mine
Eve gelmeyi düşünüyor musun? Annem çok üzgün, hâlâ seni bekliyor.
Ekranı kapatıp tekrar Buğra'ya çevirdim gözlerimi. Derin nefes alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Anlamıyordum, kovulduğum eve geri dönmemi bekliyorlardı. Daha bu sabah o kapı suratıma kapatılmıştı. Nasıl dönerdim evime? Üzerime çok geliyorlardı. Kaçamıyordum artık. Gülümsemeye çalıştım. ''Anlatsana peki. Çok korktun mu ben bayılınca?'' diyerek şakalaşmaya çalıştım. Elbette belli oluyordu bir sorun olduğu. Anlayışlı olarak o da gülümsedi. ''Tabii ki korktum deli misin? Aklımı bir gülüşünle de alabilirdin, bir daha böyle yollara başvurma'' dedi ve ekledi ''lütfen...'' Bu beni gerçekten gülümsetti. ''İşte böyle güzel kızım...'' O an dudaklarımla beraber gerçekten gözlerimde güldü, bunu hissettim. Dudaklarımı araladım tam lafa gireceğim sırada gelen garson susmama neden oldu. ''Sade kahve?'' deyip yüzümüze bakan garsonu sabırla yanıtladı Buğra. ''İkisini de sade istemiştik zaten.'' Gülerek onayladım. Önüme koyulan kahveden bir yudum aldım. Kafenin içini incelemeye başladığımda arka planda çalan şarkı dikkatimi çekmişti. Haykırırcasına söylüyordu Cem Adrian;
Her acı zamanla geçmez
Her giden mutlaka dönmez
Her âşık bir gün affetmez
Kalbi artık çarpmayınca
Her ateş küllenip sönmez
Her yara bir gün iyileşmez
Her umut yine yeşermez
Artık hiç inanmayınca
Dolan gözlerimi ellerimin titreyişini hissetmemle fark ettim. Aklımı, kendimi, eski gücümü, içimde hâlâ yaşayan küçük Almina'yı toparlamam gerekiyordu. Normal davranmaya çalıştıkça kendime gelmem daha da zorlaşıyordu adeta. Titreyen ellerimi avuçlarının içine aldı Buğra. Sanırım buna gerçekten ihtiyacım vardı. Gözlerimi hüzünle bakan Buğra'ya çevirdim. Ellerimi sıktı. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu, hak verdim. Şu an sırası hiç değildi. Gözlerimi kapatıp yaşları geri ittim. Döndüm gözlerine gülümsedim. ''Ben biraz duygusal biriyim de... Şarkıdan etkilendim.'' diye saçmaladım sustum. Gözlerine söylediğim yalanın alayı bulaştı. ''İnandırıcı değildi matmazel, yalanlar konusunda hiç iyi değilsiniz.'' dedi. Tekrar gülümsetti, içten. ''İnanmış gibi yapsanız ölür müsünüz deve bey? Bu çok mu zor bir şey sanki?'' diye sordum neşelenerek. ''Sana inanmış gibi yapmak istemem Almina, sana inanmak isterim. Beni sen inandırır mısın?'' dedi çalan şarkıyı vurgulayarak. Dolan gözlerime rağmen durmadan beni gülümsetiyordu. Sanki bunu görev edinmiş gibi. ''Küçükken çok inanmıştım...'' dedim usulca. Sonra dedim, sonra birden her şeyin büyüsü bozuldu. Araya yollar girdi, kırgınlıklar girdi, aşk girdi, gözyaşı girdi, ihanet girdi. Ben bir gecede kaybettim tüm inancımı. Hâlâ dedim, hâlâ inanamıyorum... Telefonum titredi. Ve dakikalardır akmasını engellediğim yaşları artık tutamadım. Usulca süzüldü o yaş sol gözümden, kalbime doğru.
Kimden: Mine
Gelme Almina, bir daha bu eve geri gelme. Senin artık ÇAKMAK ailesinde bir yerin yok.