Hepimizin hayatlarında içimize giren ve çıkarılması imkansız gibi görülen keneler var sanki. Hayatımızı, günlerimizi, gecelerimizi, kanımızı emen bir kene veya bir hırsız var. Daha ana rahminde başlıyor bu hırsızlıklar, çalmalar ve hayatn akıp giderken çalınanlardan arta kalan ne varsa onlarla varolabiliyoruz belki de. Oysa o kadar geç kalınmayabilir aslında; kendimizi tanıyabilirsek. Çünkü o canavar bizzat kendimizizdir.
Ana rahmine düştüğümüz anda annelerimizin yediklerini, içtiklerini, enerjilerini çalmaya başlarız onlardan. Belki de cennetin annelerimizin ayaklarının altında olmasının başlıca sebeplerinden biri budur. Kadın-erkek demeden başlıyoruz emmeye. Doğduktan sonra devam ediyoruz her daim almaya ta ki onları kaybedinceye dek.
Nedendir bilinmez doymuyoruz, doyamıyoruz çalmalara. Öyle bir noktaya geliyoruz ki başkalarının hayallerine musallat oluyoruz. Onların ellerinden, beyinlerinden, yaşantılarından çalmak istiyoruz delice, var gücümüzle. Çalışmak, kazanmak hatta hayal kurmak bile zor geliyor, üşeniyoruz belki de.
Teknolojinin ilerleme hızına bağlı olarak bizimde hayatlarımızın başköşesine kurulan tembellik,vurdumduymazlık, saygısızlık ve bunlardan kaynaklı hırsızlıklarda artış gösteriyor. Belki de asıl çaldığımız kendi özümüzdür ki, özümüzü; insanlığımızı bir hiç uğruna kaybediyoruzdur. Başkalarının zamanlarını, hayallerini, hayatlarını çalarken hiç düşünmeden, pervasızca kendi özümüzü veriyoruz, harcıyoruz farkında bile olmadan.
Hayat böyle akıp giderken gerçekleri de göremiyoruz. Hepimiz yavaş yavaş narsist olmaya başlıyoruz. Özgüvenle ikisini birbirine karıştırır hale geliyoruz. Aldıkça isteklerimiz artıyor ve hep daha fazlasınık istiyoruz. Çevremizdeki insanları basamaklar olarak görüyoruz bir noktada. İstediğimiz noktaya gelmek için birilerini kullanmayı düşünebiliyoruz fakat kendimizi geliştirip daha güzel, verimli, faydalı şeyler yapmayı düşünmek ağır geliyor beyinlerimize.
Yazılar, şarkılar, diziler, filmler hepsi hemen hemen aynı geliyor. Hayatımızdaki rutinler bile kopyala yapıştır formatında ilerlemeye başlıyor. Etrafımıza bakınca o korkunç şeyle karşılaşıyoruz. İstediğimiz dışında, tamamiyle özentiyle giyilen kıyafetler, gidilen restaurantlar, aynı saçlar, aynı altyapı üzerine özler değiştirilerek yapılan şarkılar, saçlar-sakallar bile öylesine aynı ki robotlaşmış bir gelecekten farklı bir şey olmaması için herhangi bir neden varsa da ben bunu göremiyorum ne acıdır ki.
Bir gün geliyor ve bir yerlerde tıkanıp, donup kalıyoruz. Acabalar işte tamda o anda hayatlarımıza dahil olmaya başlıyorlar. Çünkü kendimizi tanıyamaz hale gelmeye başlıyoruz. Sorgulamalar, acabalar, kendimizi bulmaya çalışmaktan kaynaklanıyordur belki de, kim bilebilir. Kendimiz olabilmeyi, benliğimize, özümüze başkalarından alıntılar yapmadan, sadece bize ait olan şeyleri koymayı ne zaman başarabileceğiz?
Bunları başarabildiğimiz anda neler olabileceğine dair düşünceler, hayaller bile nefes kesici olabilir esasen. Özgürce, kendi irademizle, hayallerimizle, çalmadan, kendimiz üreterek yaşamak nasıl olur dersiniz? Denemeye değmez mi sizce de? Bu karmaşadan, labirentten tek çıkışımızdır belki de özümüzü iyi değerlendirmek, dış etkenlerden korumak, uzak tutmak. Bunu başarınca belki de ilk kez gerçek bir nefes alabiliriz, kendimizi sevebiliriz. Belki de bu inançlarımdır beni ayakta ve hayatta tutabilenler...