BİZ İKİ VATANSEVER
Karahasanoğulları’ndan Kazım’ın oğlu Osman’dır benim adım. İzmir’in küçük şirin bir köyünde yaşıyorum. Adım mı? Anam vermiş bu ismi bana.
Ben doğarken babam yanımızda değilmiş, 1314(1897)'te Osmanlı’yla Yunanlar çarpışmış, bizim bölgeden de güçlü kuvvetli olan bütün erkekleri asker olarak toplamışlar. Babam da o savaşa gitmiş. Ben de o yılın Aprul ayında(Nisan) doğmuşum. Doğduğumda babam ve Osmanlı ordusu Yunanlar’ı yenmiş. Gariban annem de köyümüzdeki komşusu Hatice Teyze’yle kalmış. Hatice Teyze’nin kocası Şerif Amca da savaşa gitmiş babamla beraber. Hatice teyze de annem Emine Hanım gibi gebeymiş. İlk önce annem beni doğurmuş, birkaç gün sonra da ileride can yoldaşım olacak olan Mustafa’nın doğum haberini almış. Biz doğduktan sonra da babalarımız köyümüze gelmiş.
Annemle Hatice Teyze hep beraberlermiş. Mustafa’yla beni bir arada büyütmüşler. Zaten ilk anılarımda hep Mustafa vardır. Hiç doğmamış kardeşim gibidir Mustafa. Birbirimizi korur, kollarız. Birimiz açken ötekimizin içi rahat etmez, ne bulursak hemen kardeş payı yaparız. Ülke zaten yokluk içinde olduğundan yiyecek bulamadığımız geceler de olurdu, ailelerimiz bir araya gelir ellerinde ne varsa paylaşırlardı. Hiç aklımdan çıkmaz, Mustafa’yla bir gün tarlamızın kenarında taşla toprakla oynarken babamı görmüştüm. Yakıcı sıcakta harıl harıl çalışıyordu. Üstündeki gömleği ter içinde kalmıştı. Beni yanına çağırdı ve ‘’Yavrum bana bir üst bir maşrapa da su getir.’’ dedi. Koşarak eve vardım, babamın kıyafetlerinden birini kolumun altına koydum, kuyudan bir kova su çekip maşrapaya doldurdum ve babamın yanına gittim.
Vardığımda suyu verdim, hararetle içti, bir parça bezi de ıslatıp yüzünü sildi. Sonra sırılsıklam üstünü değiştirirken babamın vücudunda kocaman bir iz gördüm. Sol göğsünden başlayıp sırtında bitiyordu. Baba sırtındaki bu iz de ne diye sorunca ‘’Osman’ım, vatan için yapılan küçücük bir fedakârlık.’’ dedi. ‘’Baba vatan nedir?’’ diye sorunca babamın gözünde o zamana kadar görmediğim bi ateş alevlendi. Oturdu yere, karşısına beni ve hala arkalarda oynayan Mustafa’yı aldı.
Vatanın üstünde yaşadığımız, yediğimiz, içtiğimiz, gördüğümüz, sevdiğimiz her şey olduğunu anlattı. Ayrılamaz bir bütün olduğunu, her şeyi uğrunda verilebilecek olduğumuzu anlattı. Babamın bu hali beni çok şarşırtmış bir o kadar da gururlandırmıştı. Mustafa’nın da benden aşağı kalır bir yanı yoktu. ‘’Baba vatana ne oldu da sen bu yarayı aldın?’’ dediğimde düşmanlarımız olduğunu, milletimizi parçalamaya çalışan kişiler, ülkeler olduğunu anlattı. Anlattıklarından o kadar etkilenmiştim ki ona hemen vatanı korumak için ne yapmak gerek diye sordum. Bana önce ‘’Akıllı olacaksın.’’ dedi. ‘’ Akıllı olursan neyin ne olduğunu anlar, ona göre hareket edersin.’’ dedi. Senin gibi olmak istiyorum dediğimde ise Mustafa da yandan atlayıp ben de diye gürledi. Bu olaydan sonra vatanıma sahip çıkacak bir asker olmayı kafama taktım. Yediğimizin içtiğimizin ayrı gitmediği Mustafa da aynı kararı alıp babasıyla konuşmuştu.
9 yaşımıza geldiğimizde Şerif Amca tuttu bizi, komşu köyün okuluna yazdırdı. İlk seneden okumayı söktük. Öğretmenler ikimizi de çok seviyordu, gayretliydik. 14 yaşıma geldiğimde okulum da bitti. Mustafa’yla 3-5 kitap bulmuştuk habire onları okuyup taşa toprağa yeni şeyler yazıyorduk. 17’mize kadar babam ve Şerif Amca bize köyde tarlayla hayvanlarla ilgilenme görevi verdi. Daha sonra bizi Kordonboyu’na götürdüler, orada kalacak yer ve iş verdiler. Kazancımız yoktu, karın tokluğuna çalışıyorduk. Orada Mustafa’yla 4 senemiz geçti.
Bu süre zarfında çok insan tanıdım. Mustafa da sürekli kitap aradı, bulduklarını bana getirdi, beraber okuduk. O ara Hukuk-u Beşer gazetesinde Hasan Tahsin adlı bir gazeteciyi keşfettik. Gazetedeki makalelerini okuyorduk. Mustafa çok etkilendi ve bu adamı araştırmaya başladı. Bir iki gün sonra beni de yanına alıp Hasan Tahsin'in kurucularından olduğu "Redd-i İlhak Heyeti Milliyesi"ne kattı. Bu dernek İzmir'i Yunanlar’a vermek istemeyenlerce kurulmuştu. Mustafa’dan duyduğuma göre ülkenin çoğu yerinde böyle dernekler vardı. Mustafa ülkenin kurtuluşu için çabalayan Mustafa Kemal adında bir paşa olduğunu da anlattı. Araştırdık, imkânlarca ne yapıp ettiğini anlamaya çalıştık. Ona göre vatan ve millet ayrılamaz bir bütündü ve bunu korumak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyıdık. Görüşünü benimsedik ve onu takip etme kararı aldık.
Bu ülkeyi yaban ellere vermeyecektik. Ama elden bir şey gelmezdi, ülkenin zaten elinde avucunda bir şey yoktu. Asker yönünden de zayıftık, silah desen çalışmalarına duacıydık. Bizi ayakta tutan şey inanç ve beraberlikti sanırım.
Kordonboyu’nda askeri birlik denen şey neredeyse yoktu. Mustafa’yla katılmayı düşündüysek de sadece düşünmekle kaldı. Günler böyle geçerken İtilaf Devletleri’nin buraya geleceği yönünde dedikodular sokaklarda yayılmaya başladı. Sonra günün birinde Yunan gemileri ufukta göründü. Bütün Kordonboylular’ı bir panik sardı. Mustafa yanıma gelip ‘’Yakın zamanda çıkartma yapılacakmış Osman, tedbirli olalım.’’ dedi. Yunan gemileri sahile demirledikten 15 Mayıs’ta Yunanlar rıhtıma çıktılar. Halk çok öfkelenmişti, öyle bir durumdu ki askerlere çoktan silahları bırakmaları emri Ali Nadir Paşa tarafından verilmişti. Zaten İzmir’de topu topu 200 asker bulunuyordu. Ama halk Kordonboyu’nda kenetlenmiş düşmanın elini kolunu sallayarak, zafer naraları atarak sokaklarına girmelerinden hiç memnun değildi. Derneğe gittiğimizde Hasan Tahsin'i orada bir grup insanla konuşurken gördüm. Mustafa’yı yanına çağırdı ve bana da ‘’Gel.’’ anlamında bir işaret yaptı. Yanına gittiğimde onu hiç bu kadar üzgün görnediğimi farkettim. Bize "Yunanlar İzmir’imize giriyor ve biz burada öylece duruyoruz. Durmakla hiçbir mesafeyi katedemeyiz, gelin benimle aslanlarım!" dedikten sonra elimize birer tabanca verdi.
Dernekten çıkıp da Yunanların sevinç naralarıyla sokaklarda olduğunu görünce, ‘’Olamaz, olamaz, böyle ellerini sallaya sallaya giremezler." dedikten sonra elindeki revolver ile Yunan askerlerine ateş etti. Bir an dona kaldık. Sadece baktık. Yunanlar da bakakaldılar. Tam bu sırada aralarından bir yere yığılınca olayı anladılar ve Hasan Tahsin’e nişan aldılar. Ben dona kalmıştım. Ne olduğunu ilk anlayan Mustafa oldu. Beni dürtüp ‘’Hadi kardeşim, vatanımızı kurtarmak için!’’ dedi ve elindeki silahla üstüne gelen iriyarı Yunan askerin devirdi. O yere düşerken babamın küçükken bana dediği şey aklıma geldi "Vatan için yapılan küçücük bir fedakârlık". Benim hayatım, bu toprağın üstünde yaşayan binlerce yurttaşım için küçücük bir fedakârlık olacaktı. Mustafa’ya gülümsedim ve ikimiz beraber Yunanlar’la çarpışmaya başladık. Halk da boş durmuyordu, bizi gören düşmana karşı siper almıştı, ‘’Allah!’’naralarıyla inleyen göğün altında tek bir vücut olmuş, ortak bir emel için çarpışıyorduk. Ama nereye kadar gidebilirdik ki? Zaten Hasan Tahsin’in arkasında 10-15 kişiydik. Onu vurmuştular ve bizi de çok geçmeden kenara kıstırdılar. Hepimiz teker teker düşüyorduk.
Yunanlar’dan Mustafa’yla kaçarken bir çıkmaz sokağa girdik. Girmez olaydık. Mustafa "Geldik yolun sonuna Osman, senin gibi bir arkadaşım hatta kardeşim olduğu için çok mutluyum." dedi. Hüzünlendim. Sonumuz böyle mi olacaktı? Oysa ülkenin gelecekteki halini görmeyi, bizim Mustafa’yla Mustafa Kemal Paşa’nın yanında düşmanla çarpışabilmeyi ne çok isterdim. Sokağın başında 5-6 Yunan göründü. Bizim için geliyordular. Mustafa'ya döndüm, ‘’Hakkını helal et Mustafa, kardeşim.’’ dedim. ‘’Helal olsun, sen de helal et Osman’' dedi. Omzuna vurdum, ‘’Helal olsun, şimdi gel şunlardan haklayabildiğimizi alalım aşağı!’’ dedim. Mustafa gülümsedi. ‘’Hadi bakalım!’’ dedi. Arkamızda duvar, önümüzde düşman, yukarıda Allah, içimizde vatan millet sevgisiyle düşmana saldırdık.
Mustafa atlayıp birini yere devirdi. Tam bu sırada diğer Yunanlar onu hedef aldı. Mustafa’nın ölmesi, benim ölmem demekti. Mustafa’nın arkası dönüktü, ona siper oldum. Çok ilginç bir histi. Vücudumdaki bütün damarlar bir oltanın kancasına takılmış gibi çekiliyordu. Bütün çocukluğum gözümün önünden geçmeye başladı. Her şey ne de çabuk olup bitmişti? Ölümün bu kadar kolay olduğunu hiç düşünmemiştim. Şehit olmak, ölmek değil. Acı çekmiyorum. Ama yavaş yavaş bir el beni yurdumun masmavi göklerine çıkarıyordu sanki. Elimle kalbimi kuvvetlice bastırmaya çalışıyorum. Sanki içimde volkanlar fışkırıyor, kalbim yerinden fırlayacakmış gibi yavaş yavaş ve çok güçlü bir şekilde atıyor. Nefes alamıyorum. Bir an gözlerim arkadaşım Mustafa’ya takılıyor. Zalim Yunan, Ne kadar da acımasız saldırıyorlar arkadaşımın üstüne. Hiç gücüm yok, son gücümle ‘’Canım vatanıma feda olsun, elveda Mustafa.’’ diye fısıldadım.
‘’Masmavi gökyüzünden İzmir’im ne güzel de görünüyor…
Ne mutlu bana ki,
benim kanım da özgürlük timsali bayrağımın renginde yerini aldı.’’
-Asude