Öğretmenlerimin "hiperaktif" olarak adlandırdığı, halk dilinde ise "kıçında kurt var" günlerime geri dönmüştüm artık. Arkadaşlarımı, okulumu en önemlisi de derslerimi özlemiştim. (Ders kısmına olan özlemim fazla sürmemişti tabi o ayrı.) Ahmet Hocayı özlemiştim bir de çok. Buralara gelebilmemdeki en büyük etmenlerden birisi de Ahmet Hocadır. Üzerimde tarif edemeyeceğim kadar emeği olan canım Tarih öğretmenim. Pür dikkat dinlediğim nadir derslerden biridir Ahmet Hocanın dersi. (Tarih dersinden ziyade Ahmet Hocanın dersi demişizdir her zaman çünkü dersi değil de Ahmet Hocayı beklerdik biz hep) Olayları yaşayarak anlatması, en çokta yaşatarak anlatması bizi "istemsizce" dersi dinlemeye iterdi. Tabi bir de hiç ummadığın anda soru sorardı, sırf o yüzden dinleyen bir kesim de vardı. Her neyse Ahmet Hocamın da reklamını yaptığıma göre konumuza dönebilirim.
"Bir şeylere çabuk adapte olmak" gibi bir süper yeteneğim vardır. Sağ olsun onun sayesinde okul hayatıma tekrardan adapte olabilmiştim. Aklı beş karış havada olan ben, artık aklı on karış havada olarak kısa bir reklam arasından sonra kaldığım yerden devam ediyordum hayatıma.
O zamanlar sınıfım dünyanın en eğlenceli sınıfı gibi gelirdi bana. (Aslında geçmiş zaman eki kullanmama gerek yok çünkü hala daha aynı fikirdeyim ama işte kurallar.) Tabi Karadenizli olduğumuz için mizaç ve espri anlayışımız normalin biraz üstünde olduğundan (evet her zaman Karadenizli olmamla övünmüşümdür) her günümüz bir diğerinde daha eğlenceli geçerdi. Yada ergenlik yıllarımızın etkisiyle her b*ka gülüyor da olabilirdik tam emin değilim şimdi. Ama ne olursa olsun okulun en sevdiğim yanı buydu ; eğlenebiliyordum..
Son sınıfta durumlar biraz değişmişti ne yazık ki.. Küslükler yaşanmış, araya soğukluklar girmiş ve sınıfta "gruplaşma" gibi hiçbir zaman anlam veremediğim bir durum meydana gelmeye başlamıştı. Yada ergenliğin etkilerini atlatmaya başlamışta olabiliriz. Benim için çokta fark eden bir şey yoktu gerçi her grupla muhabbetim vardı. Sınıfta bir de ÖSS'ye hazırlananlar grubu vardı. (son kez ÖSS'ye giren mezunlardık biz) Ve ben çılgın sıra arkadaşımı nasıl o gruba kaptırırım diye kendime ceza olarak günlerce ayak serçe parmağımı kapıların eşiğine vurdum. (ona olan sevgimi anlamışsınızdır umarım) Ebru her zaman çalışkan bir kızdı. dikkatinizi çekerim "inek" olmayanından, yani eğlenmesini de bilirdi. Ama son sınıfta eğlenceli yönünü kaybetmiş (rafa kaldırmış desek daha doğru olur) hunharca ders çalışır hale gelmişti. Bunun sebebinin, babasının üniversiteyi ilk yılda kazanması için ona baskı yaptığı olduğunu çok sonradan öğrenmiştim ne yazık ki..
Çok severdim Ebru'yu. Bazen gereksiz alınganlık yapardı ama olsundu kıskandığından yapardı ponçik arkadaşım. Lakabı vardı bir de "Beton" diye. O zamanlar yayınlanan "Hayat Bilgisi" dizisindeki bir karakterden esinlenerek takmıştık Ebru'ya o ismi. Arkalar üç, önü beş numara olan saçlarının önünü üçgen yapar, akşama kadar bozulmasın diye de abisinin jölesinden sürerdi manyak. Gamze, Tuğba, Serkan vardı bir de. Lise yıllarımın yakasına nazar boncuğu takmamın en büyük nedenleri.. Canlarım.. Ciğerlerim.. Minnoşlarım.. Neyse bu cümlenin sonu böyle gelmez kısa kesiyim iyisimi.
Her günümüz bir diğerinden daha komikti. Abarttığımı düşünebilirsiniz ancak bugün kalkmış lise yıllarımı anlatan bu hikayeyi yazıyorsam sırf o yıllara olan özlemimdendir. Neyse konumuza dönelim. Hatırlıyorum da bir seferinde çekeceğimiz kopyaları aramızda paylaşmıştık ve herkes sorumlu olduğu konunun kopyasını bir yerlere yazmıştı. Bende klasik bir yöntem deneyip (üşendiğimden demiyorum çünkü kendime b*k atmayı sevmem) sıramın üzerine el emeği göz nurlarımı döktürmüştüm . Sonradan öğretmen görmesin diye verdiğim mücadeleyi ders çalışmakta verseydim.. Aman ne diyorum ben ya.. Bir kolunu camdan dışarı güneşlenmeye bırakmış, diğeriyle de direksiyon sallayan tır şoförünü andıran oturuşumdan sonra, o günden sonra "ne olacaksın" sorusunu soranlara "tır şoförü olacağım ben" derdim. Sonuç olarak o kadar mücadeleye değmiş miydi? "Tabi ki de evet" demeyi o kadar isterdim ki.. Herkes yazdığı kopyayı okumuş ve benim de okumamla Edebiyat sınavımızdan 100 almamıza dakikalar kalmıştı ki.. Kolumu kaldırmamla emek vererek yazdığım, mücadele vererek gizlediğim kopyalar, kolumun acizliğine uğramış ve silinmişlerdi. İlk aşama olarak kafamdan aşağı kaynar sular döküldükten sonra, ikinci aşamada kahkahayı patlamamak için kendimi zor tutuyordum. Ve daha da komik olan hepsi benden gelecek olan kopyayı bekliyordu. Ebru artık sessizliği bozup "hadisene oğlum süre bitiyor" diye fısıldadığında "okuyamıyorum" cevabını almasıyla ayağıma tekmeyi yemiştim. Süre bitene dek "nasıl okuyamıyorsun, insan kendi yazısını nasıl okuyamaz, dışarı çıkalım ben sana sorarım, seninle iş yapanın..." gibi Ebrunun cinnet seremonisinden sonra sınav son bulmuştu. Ben tabi fişek gibi sınıftan çıkıp kaçabildiğim kadar kaçmıştım, ancak çabuk yorulan bir insan olduğumdan bu kovalamaca Ebru için "çocuk oyuncağı"ydı. Sonrasını ise boş verin hala yaşıyorum.
Sonuç olarak her günümü ayrı ayrı anlatmak istediğim ve "bu günü asla unutmayacağım" dediğim lise yıllarım benim için her zaman hayatımın beş yıldızlı, yakası nazar boncuklu yıllarım olarak kalacak..
Okuldan gelecek olan puan hepimiz için önemliydi, o yüzden herkes biraz daha asılmıştı derslerine. Fakat benim bir hedefim bile yoktu daha.. Olayları biraz geriden takip ederim de.
Cehennem hastane hayatından sonra "anı yaşamak"la kafayı bozmuş, geleceğim hakkında endişelenmeye emsallerimden biraz daha geç başlamıştım. Kendime hedef bile bulmam o kadar zaman almıştı ki. Rehberlik hocalarımızın bize yaptırdığı saçma sapan "hangi mesleğe uygunsun" testlerine güvenseydim şuanda Turizm ve Otelcilik okuyup pansiyonlarda sürünürdüm herhalde. Bir de kendime kulp bulmuştum "kim lisedeki hedefine ulaşmış ki" diye. Hayır niye ulaşamasın ki? Ben bir şeyi yapmıyorsam o gereksiz bir şeydir düşüncesi o sıralar beynimi nasıl ele geçirmişti bilmiyorum. Şimdi düşününce hayret ettiğim doğrudur.
Yine de bulduğum kulp beni tam olarak ikna edemediğinden kendime bir hedef bulmam gerektiğini kabullenmem fazla uzun sürmemişti. Çünkü artık bir hedefim olmadan çalışmak saçma geliyordu bana. Herkes bir şeye ulaşmak için çalışıyordu bir nedeni vardı, kimi öğretmen olmak için, kimi doktor olmak için vs vs. Peki "ben ne için çalışacağım" sorusu kafamı kurcaladığı sıralarda Edebiyat öğretmenimin bir muhabbet sırasında "senden iyi gazeteci olur ha" demesiyle uyandım. Neden daha önce düşünememiştim ki? Evet her zaman aksiyonu sevmişimdir, araştırmaya hele bayılırdım. Fotoğraf çekme konusunda ise üstüme tanımam. (övünmek gibi olmasın) Zaten Lise yıllarımda yeterince ders çalışarak kafayı yordum (çalıştığım falan yoktu yine kendime bulduğum kulplardan birisi olur kendileri) üniversitede eğleneyim bari değil mi. Nedense o zamanlar Gazetecilik Bölümün'de ders çalışılmadığını düşünürdüm, sebebini inanın bende bilmiyorum. Kafamda ne canlandırdıysam artık. Tek bir şeyi hatırlıyorum o zamanlar gazetecilik hayallerime dair, oda "kameramı elime aldığım gibi hayde sokaklara" düşüncesi beni deli gibi heyecanlandırırdı. Yani o zamanlar gözümde böyle canlandırmıştım gazeteciliği. Her neyse kendimce, sağ olsun Edebiyat Öğretmenimin de yardımıyla sonunda bir hedef bulmuştum. Artık "ne olacaksın" sorusuna yanıt olarak "uzun yol şoförü olacağım" değil "gazeteci olacağım" yanıtını verecektim. Evet Ben Gazeteci olacaktım hıhı. O zaman hedefim doğrultusunda çalışmaya tam gaz ileri marşş!!!
.
.
.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Genç Kızın Mavi Hayalleri
Short StoryYașanmıșlıkları anlatma gereği duyar insanoğlu bir dosta, kardeșe, arkadașa. Bilmem neden ben kitaplara, defterlere yada boș bulduğum duvarlara anlatanlardanım. Dostum olmadığından değil de konușmaya üșendiğimden..