Bomboş odada yerde oturmuş gözlerini sabit bir noktaya dikmiş bakıyordu. Kafasına onlarca anı birikip boşalıyordu. İçi buruktu. Yaşadığı onca kayıptan sonra bile hala kırılabilmesine şaşıyordu. Onun yerinde bir başkası olsa muhtemelen çoktan atlatırdı. Ama o atlatamıyor, aklından anıları kovamıyor ve hayatına devam edemiyordu.
Anılarından bir kaçış yolu arayıp durmuş, ancak bir türlü başaramamıştı. Yapılacak tonlarca işi, üretecek onlarca zırhı ve yeni buluşları onu sabırsızlıkla bekliyordu. Ama o artık hiçbiri için içinde en ufak bir heyecan kırıntısı taşımıyordu.
Ayağa kalktı herkesin gıpta ettiği hayatına döndü baktı. Bu muydu herkesin arzu ettiği, istediği ve uğruna savaşlar çıkardığı hayat? Savaş deyince kalbi acıdı. Yaşlı kalbi acıyordu, çünkü gün geçtikçe sona yaklaşıyordu. Ark reaktörünü göğsünden çıkarttırmasının üstünden yıllar geçmişti. Normal insan statüsüne geri dönmüştü. Artık onu bilmem kaç yıl fazladan hayatta tutacak mavi ışık çemberi yoktu. İyiki de yoktu. Sonsuz yaşam hakkını kim isterdi ki? 'Muhtemelen herkes' diye iç geçirdi. Kendisi hariç herkes. Hayır, o istemiyordu. O sadece, altı ay önceki hayatını geri istiyordu. Projektörle perdeye yansıtılmış o kareye geri dönmek istiyordu.
Kafasını ekrandan çevirmeden arkasındaki masaya yaslandı. Masada duran alkol şişelerini el yordamıyla bulup tekini kafasına dikti. Artık bir tat alamıyordu, ağzı ekşimişti, ama içmeye devam ediyordu. İçip sarhoş olmaya ve sonunda unutmaya başlamayı çok istiyordu. Çünkü sadece o zamanlar uyuyabiliyordu, aslında daha çok sızıyordu. Ama yinede razıydı, günlerdir gözüne uyku girmiyordu.
"Böyle bitmesi gerekmiyordu," diye mırıldandı hafifçe.
Onu makinelerinden ve Friday'den başka kimse duymuyordu. Bu lanet olası kulede artık kendisinden başka kimse yoktu. Takım dağılmıştı. Herkes ona sırt çevirmişti. Aslında o herkese sırt çevirmişti. Bunu bilerek yapmıştı, isteyerek. Çünkü tüm bu kahramanlık zırvaları artık gereksizdi ve en önemlisi ona en değerli varlığını hatırlatıyordu.
Takımın dağılması kaçınılmazdı. Belki de onsuz bir yerlerde yeniden bir takım olmuşlardı ama umurunda değildi. Olmadıklarını biliyordu ve yinede umursamıyordu. Çünkü tüm hislerini kaybetmiş, yerine köklüce bir acı yerleşmiş gibi hissediyordu. Takımı dağıtmak yeni kayıpları önleyecekti, biliyordu. Canı bu zamana kadar hiç bu kadar yanmamıştı. Şimdi acıların ve pişmanlığın nirvanasını yaşıyordu.
Pişmandı çünkü öngörülebilir bir saldırıydı ve engellemesi gerekirdi. Zekiydi. Önceden uyanması ve farkına varması gerekirdi. Ancak sanki etrafındaki her şey ışık hızıyla hareket ederken o adeta bir kaplumbağa gibi her şeyi ağır çekimde yaşamıştı. Bu yüzden yetişememiş, ön görememiş ve engel olamamıştı.
Dünyanın en zeki adamı sayılırdı, tüm bu zırhları kendi başına yapmıştı. Sevdiği birinin hayatını kurtaramayacaksa tüm bunlar neden vardı? Neden bu kadar uğraşmıştı? Tanımadığı milyonlarca insanın hayatını kurtarmış biri, yanıbaşındaki en sevdiğinin hayatını nasıl olurda kurtaramazdı?
Kendinden nefret ediyordu. Her şeyden tiksiniyordu. Hayat hiç adil değildi, bu yüzden eğer bir Tanrı varsa ondan da nefret ediyordu. Ama tüm bu nefret, tüm bu acı Steve'i geri getirmeye yetmiyordu.
İhtiyar adam sonunda ölmüştü. Evet, kendi cennetine Tony'siz gitmişti ve sonsuza dek orada kalacaktı. Buna içerliyor, hatta kahroluyordu.
Gözünden birkaç damla yaşın düşmesine izin verdiği sırada arkasından, "Sen hiç ağlamazsın, hadi ama Stark, sil şu gözyaşlarını," diyen bir ses duydu. Hep duyardı.
Ne zaman bu kadar çok içse ve ne zaman ağlasa aynı ses arkasından seslenirdi. Perdedeki yansımayı artık buğulu görüyordu.
Gözlerindeki yaşı silmeden, "O zaman gitmeseydin," diye fısıldadı.
Ses cevap vermedi. Tony arkasında Steve'in varlığını hissederek perdeye bakmayı sürdürdü. Kendisiyle birlikte onun da perdedeki görüntüye baktığını hayal etti. Arkasını dönmeye cesareti yoktu, çünkü hiçliğe bakacağından emindi. Dönmedi. Burnunu çekerken bir damla gözyaşı daha yanağından çenesine doğru kaydı.
"Ağlamak kimseyi geri getirmez," dedi ses.
Tony gözlerini kapattı. Derin bir iç çekerek, "Neden gittin?" diye sordu.
"Nedenini biliyorsun."
Tony kafasını belli belirsiz salladı. "Benim yüzümden, ya da senin aşırı korumacılığın yüzünden," dedi küskünce.
"Onu durdurmasaydım masumlar ölecekti."
"Sen de masumdun," dedi Tony, hıçkırığının arasından.
"Bizler askeriz Tony. Ve savaşta askerler ölür. Buna alışmalısın, yoksa asla toparlanamazsın," dedi ses ciddiyetle.
"Canın cehenneme Rogers."
Arkasından hafif bir kıkırtı duydu. Belki de hayal ediyordu. Aslında çok büyük bir ihtimalle kafayı yiyordu. Söylediği sözden ötürü pişmanlık duydu, ara sıra ziyaret eden hayaline, ya da hayaletine bu gecelik böyle veda etmek istemiyordu. Babasına söyleyemediği ve yıllarca bunun pişmanlığını yaşadığı o sihirli kelimeleri Steve için kullandı. Ve belki de hayatında ilk kez içi tam anlamıyla rahatladı.
"Biliyorum," dedi ses. Ve sanki daha yakından söylemişti bunu.
Tony dönüp sarılma ve öpme dürtüsüne şiddetme karşı koymaya çalışıyor ama yapamıyordu.
Yavaşça arkasına dönerken, içinden, 'Lütfen orada olsun,' diye geçirdi.
Döndüğünde hayal gibi duran Steve'e baktı kaldı. Hayal yaklaştı, onu dudağından öperken gözlerini kapattı ve bu anın gerçek olmasını diledi.
Ancak biliyorduki şu anda yaşanan her şey bir hayal ürünüydü. Gözlerini istemeyerek de olsa açtı. Hayal yavaşça kayboldu. Gerçek olmasına yönelik umutlarının artık boşa olduğunu adı gibi biliyordu.
Sevdiği herkes bu ıssızlık, yalnızlık ve hiçsizlikle onu başbaşa bırakmıştı. Yer yer karanlık olan odanın köşelerine bakarken her şeyi yakıp yıkıp şehri terk edip etmeme arasında gelip gidiyordu. Bu koca evden ve bu koca sessizlikten çok sıkılmıştı. Steve ve takımdan sonra kuleyi resmen harabe gibi görüyordu.
Gözlerini yeniden sımsıkı kapatıp, kirpiklerinde asılı kalan birkaç damla gözyaşının düşmesine sebep oldu. Burada yapayalnız kalıp anılarını düşünmekten belkide asla vazgeçmeyecekti.
Burnunu çektikten sonra, "Kaç şişe viskimiz kaldı Friday?" diye sordu. Sesi çatallı çıkıyordu.
"12 tane Patron," diye yanıtladı işletim sistemi.
"Bu gece hepsini bitirebileceğiz mi bir bakalım?" dedikten sonra elinin tersiyle gözlerini ve yanaklarını sildi.
Sonra projektörü bir emirle kapattırıp üstkata çıktı. Bu gece bayılana kadar içecekti. Çünkü uyumak ve rüyasında Steve'i görmek istiyordu. Ona yeniden dokunabileceği, sarılabileceği ve öpebileceği tek yerin rüyalar alemi olduğunu biliyordu.
-SON-
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Var Hiç Yok (Stony)
Fanfictionİkisinin de öldüğü bir dünya, ikisinin de hayallerinin yok olduğu bir dünya. Steve Rogers'ın ölümüyle kendini adeta kaybeden bir Tony Stark.