İkinci Dünya savaşının ilk çeyreğinde Güney İrlanda'daki Leinster'a gitmek için köyümden ayrıldığımda henüz yirmi dört yaşımı bile doldurmamıştım. Bunu neden istediğime dair en ufak bir fikrim yoktu aslında. Hiç bilmediğim bir ülkenin askeriymiş gibi davranarak insanları öldürme gibi bir isteğim yoktu fakat Belfast'ten ayrılmak için o önümdeki tek seçenek bu olmuştu. Babamın şimdiden köydeki en gururlu kişi olduğunu biliyordum. Döndüğümde eğer gazi olursam bana yararlanabileceğim haklardan uzun uzadıya bahsetmişti. Ağabeyim Edwick ile az sonra yola koyulacaktık. Annem bir yandan ağlıyor, bir yandan da yolda yememiz için hazırladığı içi yiyecek ve su dolu olan bohçayı bize veriyordu.
Bohçayı bir elime, çantamı da diğer elime almışken bir kez daha etrafıma baktım. Ablam, yedi ay önce şehirden bir subayla evlendiğinden beri onu çok az görebilmiştim. Ed ile beni uğurlamaya geleceğini düşünmüştüm fakat annem ablamın hamile olduğu için bu kadar yolu gelmesine pek sıcak bakmıyordu. Şehrin içinden yola devam eden alayı uğurlayan kalabalığın arasında olmasını ümit ediyordum. Annem her birimize yeniden sarılırken omzunun hemen üstünden belki de ilerde evlendirileceğim kızı görebiliyordum.
Burada kalmak istemememin birçok sebebi vardı. Evlenmeyi hiç mi hiç istemiyordum aslına bakılırsa. Ya da geri kalan hayatımı çiftçilik yaparak kazanmakta istemiyordum.
Babamın mesleğinden utanacak değildim elbette, fakat okuma yazma bile öğrenmeden hayatımı sonlandırmak istemiyordum. Kasabadaki okula giden arkadaşlarımdan duyduğum o hayata özenmekten kendimi alamıyordum doğrusu.
"Tamam artık," diyerek araya girdi sonunda babam. Annem istemeye istemeye bizden ayrılırken hala gözlerinden akan yaşları silmekle uğraşıyordu. "Alay'a yetişmeniz lazım, daha fazla beklemeden gidin."
Arabaya önce ben bindim, peşimden Edwick'te yerine oturdu. Şehre kadar on beş kişiyi daha alarak yola devam ediyorduk. Şehre vardığımızda henüz öğle olmuştu. Kalabalığın arasına daldığımızda büyük bir alkışla karşılanmıştık. Biraz gergin bir şekilde Ed'e baktım. Ölmek hiçbir zaman aklıma gelmemişti, fakat şimdi ayaklarımdan parmak uçlarıma kadar büyük bir korkunun beni sarıp sarmaladığını hissedebiliyordum. Bunun sebebi gazetelerde okuduğum haberler miydi yoksa bu insanların tezahüratlarına rağmen bir hatada hepimizi yargılayacağını bilmemden mi, karar veremiyordum. Ed ise başını arabadan uzatmış, kalabalığa doğru el sallarken ilgiden sarhoşa dönmüşe benziyordu.
"Judith'i görebiliyor musun?" diye sordum. Aynı arabanın içinde on iki kişi ilerliyorduk.
"Aptal olma," diyerek omuz silkti. "Bu kalabalığın içinde onu nasıl görmemi beklersin?"
Yine de onu görebilmeyi ümit etmiştim.Altı kardeştik. İki ağabeyim, bir ablam, ve ikide kız kardeşim vardı. Bir çiftçi baba, ve bir sütçü annenin çocuklarıydık ve zorlukla geçinirdik. Bu yüzden savaşta paralı askerlik yapmak yapılacak en mantıklı iş gibi görünüyordu.
Ablam, iki yıl önce ordudan bir subayla adamla evlenmişti. En büyük ağabeyim ise şehirden tanıştığı bir kızla. Geriye kalan dört kardeş olarak, sayılarımız ne kadar azalmış olursa olsun geçim korkusuyla yaşamaya devam ediyorduk.
Gitmek benim için oldukça korkutucuydu. Çizginin ötesine hiç geçmemiştim. Dışarıdaki dünyadan bir haberdim anlaşılan. Belki de orada ölecektim ama işin sonunda ne olursa olsun bir daha geri dönmemeye niyetliydim. Hiç tanımadığım bir kadınla evlenmek istemiyordum.Ama 1942'li yıllarda hiç kimse aşka bakmıyordu zaten, önemli olan huzur ve saadet dolu bir evlilikti. Kısa zamanda çocuklar edinmek ve para kazanmaktı.
Belfast'ten uzaklaştığım her an dış dünyanın güzelliği gözlerimi alıyordu. Buradaki her şey bana olağanüstü görünüyordu. Gözümü arabadan dışarı her uzatışımda yeni bir şaşkınlığım oluyordu. Buradaki insanlar bile çok farklı giyiniyordu. Benimse üstümde beyaz, yer yer sararmış yamalı bir gömlek, altımda rengi solmuş kahverengi bir pantolon, başımda da tarlayı sürerken güneş geçmesin diye taktığım hasırdan örülme bir şapka vardı.
Yolculuğumuz sırasında birkaç alay daha bize katıldı ve bir kaç haftanın sonunda ise savaşın yapıldığı cephelere gelmeden, her birimize giymemiz için önce bir üniforma verdiler. Üstüme iki beden büyüktü ama çavuşa bunu söylediğimde yüzüme sertçe bir tokat yemiştim. Ayrıca postallarım olması gerekenden bir numara daha küçüktü. Daha cephelere ulaşmadan ayaklarım su toplamıştı ve üstüne basmakta zorlanıyordum.
Ağabeyim Edwick ile ben farklı kamplara gönderilmiştik. Onu bir daha görebilir miydim, emin olamıyordum. Her birimize tüfeklerimizi verdiklerinde buna neredeyse emin gibiydim. Bu, silahla ilk kez tanıştığım andı. İtiraf etmek gerekirse kendimi ya da arkadaşlarımdan birini yanlışlıkla vurmaktan ölesiye korkuyordum.
Leinster, Belfast'e göre çok daha farklıydı. Belki de savaş yüzündendir bilinmez ama, kendimi sürekli köyümü özlerken buluyordum. Birkaç ay geçtikten sonra bile böyle düşünmeye devam ettiğim için kendimi koca bir aptal gibi görmeye başladım. Benim gibilerin hayatta pek şansı olmazdı. Seçim şansı elimize verilmezdi, biz bizden istenileni yapar ve öyle yaşamaya devam ederdik. Burada biriktirdiğim parayla köyüme geri döndüğümde Fiona'yla evlenecek, birkaç yıl içinde bir sürü çocuk yapmam gerekecekti. Yaşımın gün geçtikçe artması, köydekilerin dedikodularına sebep oluyordu. İnsanlar bizim kısır olduğumuzu ve bu yüzden evlenmek istemediğimizi söylüyorlardı.
Tabi en büyük abim Lou'nun henüz çocuklarının olmaması da bu işin tuzu biberi oluyordu.
Günler birbirini aylar bir diğerini kovaladı. Bir Perşembe günü öğleden sonrası birliğimize atılan bomba sonucu birçok askerle birlikte yaralanıp revire taşındım.
Onu ilk kez o zaman gördüm.
Nancy Mulligan, hayatımın aşkını.