Yatakta dört dönmekten birbirine girmiş saçlar, yanına üşümüş bir beden ve biraz bulanık bir zihinle uyandı. Kendine gelip de nerede olduğunu anlayana kadar, o kısacık an kendini yine evinde zannetti. Ama o günler gerçekten oldukça uzaklarda kalmıştı. Gazete manşetlerine birinci sıradan giren bir kaza.. her şeyi ama her şeyi mahvetmişti. Tüm hayatını.
Melek üniversiteden yeni mezun olmuş, iş arayışında olan bir genç kızdı. Yeşil gözlü, beyaz tenliydi. Banyodan sonra uğraşmazsa asla yola gelmeyen açık kahve rengi ve kıvırcık saçları vardı. 1.60-65 boylarında, kendi deyimiyle biraz etine dolgun bir kızdı. Ailesiyle birlikte, bahçeli minik ama huzurlu bir evde kalıyordu. Okulunun son yılı bu evi almışlardı. O kadar güzel gidiyordu ki her şey. Arkadaşlarından ayrılmanın hüznüyle hayata sıfırdan atılacak olmanın o garip heyecanını bir arada yaşıyordu. Derken mezuniyetten bir hafta önce ailesi il dışına bir gezi yapma kararı aldı. Hep beraber gittikleri şehirdeki türbeleri, tarihi yerleri ve müzeleri gezecek; eğleneceklerdi. Ama en yakın arkadaşları Seda’yla Fatih; son hafta sonları için harika planlarıyla aklını çelip son anda gitmekten vaz geçirmişlerdi Melek’i. Akşama kadar eğlencenin dibine vurmuşlardı gerçekten de. Kahvaltı etmiş, sinemaya gitmişlerdi. Bowling, laser-tag derken saatin nasıl geçtiğini bile anlayamadan akşam olmuştu. Eve gidip de kimseyi evde bulamayınca biraz işkillense de geç kalabileceklerine yormuştu durumu. Banyo yapmıştı, sabahtan kalan ufak tefek dağınıklıkları toplamıştı. Sonra da bilgisayardan film açıp kanepeye kıvrılmıştı. Telefonun sesi ile daldığı rahatsız uykusundan sıçramasıyla kendini hastanede bulması arasında da çok yoktu doğrusu. Ona telefonda bir şey dememişlerdi ama içine ağır bir acı oturmuştu.
İşte o günden beri yalnızdı Melek. Nereye gitse ne yapsa yalnızdı. Ailesinden geriye kalan tek insan o ve anılardı. Anılarıyla da daha fazla başa çıkamayacağını fark edince taşınmaya karar verdi. Yeni evlerini, yaşadıkları yeri geride bırakacaktı. Hatta ülkesini bile. Üniversiteden tanıdığı yabancı uyruk programıyla gelen bir arkadaşının yardımıyla New York’da kendine bir daire ve basit bir garsonluk işi ayarladı. Evi elinden çıkartmak istemiyordu her şeye rağmen, o yüzden eşyaların üzerine çarşaflar örttü. Kendi eşyalarını bavulladı. Eve de yüksek bir güvenlik teçhizatı döşetip emniyete aldı kendince. Seda’ya ve Fatih’e birer anahtar bırakmayı da ihmal etmedi, ne olur ne olmazdı. İkisi de gitmesini istemiyorlardı, geleceğini çöpe atıyorsun ve ailen böyle yapmanı istemezdi diyorlardı. Haklıydılar da ama içinde kopan fırtınaları bilmeleri imkansızdı. Bu yüzden bu sözler onu durduramadı.
İşte şimdi uyandığında da bir an kendini yine Türkiye’de, yeni aldıkları evde sandı. Sanki o an annesi kahvaltı hazır diye seslenecek ya da aşağıya çabuk inmediği için babasının azarını duyabilecekti. Ama geride yoktu hiçbiri. Saate şöyle bir göz atıp eline ilk geçen şeyleri üzerine giyindi ve kendini dışarı attı. Şimdilerde bir bardak kahve en şaşalı kahvaltısıydı. İş yerine giderken bir tane de gazete aldı.
Cafeye varınca önlüğünü beline bağlayıp yerleri silmekle işe başladı. İş yerinin sahibi Bay Warner sinirli adamdı. Güzelce silmesine rağmen arkasından söylendi, kasayla ilgilenen kız Barbara da komik bir şekilde taklidini yapıyordu Bay Warner’ın. Gününe neşe katan tek insandı şu aralar Barbara. Akşama doğru cafe iyice kalabalıklaştı. Bir kahve alabilir miyim, lütfen? Ben ballı, çikolatalı ve çilekli bir waffle istiyorum, içerisinde kesinlikle pudra şekeri olmasın, yanına da şekersiz-yağsız sütlü latte lütfen. Kahve ve kruvasan! Hey! Bu çay buz gibi dostum, değiştirsene şunu. İstekler, siparişler bitmiyordu. Bir an aklı uzaklara gidip geldi ve Bayan şekersiz-yağsız sütlü latte’nin üzerine döktü getirdiklerini. Ortalık birbirine girdi. Melek’in özürleri, kadının ciyaklamalarının arasında kayboldu tabii ki. Bay Warner da daha fazla dayanamayıp ona gitmesini söyledi. Buraya geleli daha iki hafta bile olmamıştı ama şimdiden işsizdi. Bravo! Gerçekten yetenekliydi. Bay Warner yine de onu utandırarak bir aylık maaşını çıkarken bir zarfın içinde ödedi. O da eve giderken yiyecek bir şeyler aldı ve hesabından biraz daha para çekerek eve girmeden önce sonraki ayın kirasını ödedi. Bazen para harcarken kendini kaybedebiliyordu, bu yüzden de eline para geçmişken kirasını ödemenin daha hayırlı olacağını düşünmüştü. Eve girer girmez üzerindekiler çıkarttı ve sıcak bir duş aldı. Sıcak suda onu çeken bir şeyler vardı. Çocukluğundan beri diğer insanlara kaynar gelecek sıcaklıktaki suda yıkanırdı. Bugün bunu hak etmediğini düşündüğü halde küveti de doldurdu ve kendine bir polisiye romanıyla ziyafet çekti. Gece yarısına doğru artık soğumaya başlayan sudan çıktı, banyoyu topladı ve yatağa girdi.
Saçma sapan bir kâbusun içinden çıkarak uyandığında uyuyalı en fazla dört saat oluyordu. Terden ıslanmış alnına yapışan saçları elinin tersiyle geriye itip bir süre yatağın ortasında oturdu. Ağladığını fark etmeden... Bir saati öylece öldürdükten sonra uyuyamayacağını anlayınca üzerine dar paça streç bir kot, bol gri bir tshirt ve üzerine de siyah kapşonlusunu geçirip spor ayakkabılarıyla evden çıktı. Hava daha aydınlanmamıştı bile. Önceleri amaçsızca sokaklarda dolandı, temiz hava, daha doğrusu lafın gelişi temiz hava, iyi gelmişti. Elleri kapşonlusunun ceplerinde yürümeye devam etti. Sonra yönünü değiştirip ayaküstü kahvaltılık sandviçler satan bir seyyar satıcının önüne gitti. Bir yandan adamla laflarken bir yandan da sandviçini yedi. Geldiğinden beri sık sık uğruyordu bu adamın tezgâhına. Yaşlı, tonton bir amcaydı. Melek onunla böyle sohbet edince o da kendi hayatını anlatır olmuştu ona. Sandviçi bitince adama iyi günler dileyip parka doğru yola koyuldu. Aslında her seferinde adama hayırlı işler ya da kolay gelsin gibi bir şey demek istiyordu ama İngilizcesi iyi günlerden ileriye gitmiyordu işte. Bu düşüncelerle parka girdi. Henüz doğru düzgün kimseler yoktu etrafta, biraz ilerisindeki banklardan birinde bir evsiz uyuyordu o kadar. O da gölün yanındaki banklardan birine oturdu ve gölü izlemeye başladı. Cebinden telefonunu ve kulaklıklarını çıkartıp manzaraya bir de müzik ekledi. Yapabileceği başka ne vardı ki zaten. İş araması gerektiğini biliyordu ancak bunun için bile nereye gidebileceğini neler yapabileceğini bilmiyordu. Aradan bir iki saat geçince oturmaktan sıkıldı ve yine yürümeye başladı.
Parkın ilerisinde ufak tezgâhlarda hediyelik eşyalar, tütsüler, kitaplar, oyuncaklar satan insanlar vardı. Orda da biraz oyalanabileceğini düşündü. Tam kitapçının tezgâhında konusu hoşuna giden bir romanı incelerken gözü tezgâhın arka tarafında kalan meydanda yürüyen bir adama takıldı. Yüzü terden şıpır şıpır olmuş, parlıyordu. Pahalı olduğunu kumaşının her ilmeğinden haykıran bir takım elbisesi ve elinde de evrak çantası vardı. Dedesi yaşında filan olmalıydı ama adamın belli ki bir sıkıntıdan kırışmış alnında, iç yeleğinin cebinden çıkardığı mendiliyle yüzünü silmesinde bir tanıdıklık vardı. O dalmış adamı izlerken adamın adımları hepten yavaşladı ve gözünün önünde dizlerinin üstüne çöküp evrak çantasını yere düşürdü. Melek şoktan ne yapacağını bilemiyordu, adamın çevresindeki kimse ona aldırmıyordu. Kendini toparlar toparlamaz adamın yanına koştu. İncelediği kitabı tezgâha bırakmayı bile unutmuştu. Melek artık yere neredeyse yığılmış adamın üzerine eğilip kravatını gevşetirken, peşinden koşturan kitapçı da ona yetişmiş ve tepesinde çemkirmeye başlamıştı. Gelince yere fırlattığı kitabı alan kitapçı geldiği taraftan geri giderken, kitapçının zılgıtına o tarafa bakmış olan insanlar da yeniden işlerine döndü. Hala kimse ne adamla ne de Melek’le ilgileniyordu. Adama “İyi misiniz?” diye sordu. Cevap gelmeyince bir kez daha sordu ve peşine “Bir şeyiniz yoktur inşallah!” da ekledi. Sonra da yaptığı salaklığın farkına varıp İngilizce sormaya çalıştı aynı şeyi. Hala cevap yoktu, adam yarı yerde yarı kucağında yatıyor ve şaşkın şaşkın suratına bakıyordu. Bir şeyler gevelerken adamın koluna girdi ve ayağa kaldırdı, evrak çantasını ve içinden saçılmış bir iki dosyayı toparlayıp eline aldı ve adamı en yakındaki boş banka oturttu. “Biraz bekleyin.” diyerek büfeye koştu, bir paket peçete ve bir şişe suyla geri dönüp adamın yanına oturdu ve peçetelerle alnını sildi. Su şişesini de açıp içmesi için ellerine tutuşturdu. Adam hala tek kelime etmiyordu. Ama sakinleşmişti, “Her halde şekeriniz ya da tansiyonunuz düştü.” dedi adama. Adam sonunda bir tepki vererek kafa salladı. O da yeniden büfeye koşup bir paket tuzlu çubuk ve bir şişe daha su aldı. İyi gelir herhalde diye düşünerek. Çubuk paketini açıp adama uzattı. Adamın almadığını fark edince önce kendisi içinden bir iki çubuk alıp ağzına tıkıştırdı ve gülümseyerek tekrar adama uzattı paketi. Neden sonra adam da hafifçe titreyen elini pakete uzatıp bir çubuk aldı ve her karesinden, her şeye rağmen, asalet akan hareketlerle yemeye başladı. Bir süre sessizce oturup çubuk kraker yediler. Diğer su şişesini de açıp adama uzattı, adam şaşkınlıkla suyu elinden alırken “Daha iyisiniz ya?” diye sordu. Ve adam sonunda ağzını açıp konuşarak “İyiyim kızım, iyiyim.” dedi ve şaşırma sırası da böylelikle Melek’e geçti. Çünkü adam her harfiyle Türkçe konuşmuştu!
Merhaba arkadaşlar! (: İlk kitabım-hikayemle karşınızdayım. Bu fikir bir süredir aklımdaydı ama hayata geçirmek bu günlere kısmetmiş, umarım beğenmişsinizdir. Lütfen yorumlarınızı ve oylarınızı benden esirgemeyin, bu benim ilk kitabım bu yüzden de düşünceleriniz benim için ayrıca önemli, gerekli. Merakla bekliyorum düşüncelerinizi... Bir de kitap kapağı nasıl olmuş? Alternatif 1-2 tane daha yaptım, onları da medyaya ekleyeceğim en beğendiğinizi seçip onu kapak yaparız. Kendinize iyi bakın ^_^
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Melek
Teen FictionMezuniyetinin heyecanından önce ailesini kaybetmesinin hüznünde boğulan bir genç kız... Onun parkta karşılaşıp yardım ettiği zengin görünümlü yaşlı bir adam. Ve o adamın mankenlere taş çıkartan yakışıklı ve küstah oğlu. Türkiye ve Amerika arasında g...