"Umudunu kaybetme."Bu iki kelime, kaybedişlerim de yana yana külleri birleşerek ruh bulduğun da, tekrar yanmayı göze alabilen umuttu. Her incindiğin de kalbim küçükken, annemin gece gözlerinde ki yıldızlar parlar benim gökyüzüme düşmeye hazır hale gelirdi. Ve usulca yanıma gelerek fısıldardı bu hayata zincirleyen kelimeleri. "Anne?" demiştim son hatıralarıma yansıyan anılardan birin de. "İnsan en sevdiğini kaybederse, her şeyini kaybetmiş olmaz mı?" Sanki zaman bu soruyu bekliyordu yarın göçecekler adına da benden gizliyordu sinsice. Gülümsedi annem, eğer bilseydim son gülüşü olduğunu, eğer elimden gelseydi, o gün sağ yanağında çıkan gamzede ki saklı acıların okyanusunda boğardım duygularımı. Tek gülüşüne bedel ömürümde ki tüm duygularımla bakardım yüzüne, başka değerli, duyguları harcayacak insan yoktu, olamazdı da. Ve kırık gönül tahtım da sonsuza hüküm süren imzasını attı bu cümlesiyle.
"İnsan ne zaman her şeyini kaybeder biliyor musun? Umudunu kaybettiğinde."
O vakitler anlayamamıştım cümlelerini. Bana göre insan sevdiğini kaybederse her şeyini kaybetmişti demekti, ta ki ailemi; en sevdiklerimi kaybedene kadar. Umudumu tutmuştum sıkıca, ayın her 4'ünde mezarlarına gittiğim de üzülürler diye ağlamamayı, dayanamayıp ağlayarak özür dilediğim de her zaman ki gibi dayanamayıp affetiklerine, hayatın keskin yollarında tökezleyip düşerken gördüklerine, annemin, "Umudunu kaybetme." diyerek fısıldayıp ellerimden tuttuğuna inanmıştım. İnancıma umudum kesilmemişti. Ruhum engellere takılıp pes edecekken ağlayarak duvarları yıkmasının tek yegane sebebi buydu.
Ve tutunacak bir sebebim daha olması sağ elim de sıktığım doğum kontrol çubuğunda gizliydi. Yarım saatten uzun zamandır, banyo da lavobanın kenarına tutunmuş, aynanın karşısın da başımı eğmiş, gözlerimi kapayarak kendi karanlığım da ki siyahın tonlarıyla savaşıyordum.Ya, diyordu iç sesim kafamın için de. Tutunacak dalın kırıksa?
Kırık bir dal olma ihtimalinin çok yüksek olduğunu ben de biliyordum. Doktorlar yıllar öncesin de çocuğumun olma ihtimalinin çok düşük olduğunu belirtmişti. Ama bazen insan küçük ihtimallere büyük umutlar bağlar, kurdukları salıncağa binerek, salındıkları uçurum da düşmeyeceklerine inanırdı. Aynı benim gibi... Uçurum ayaklarımın altındaydı fakat ben aşağı bakmak yerine gökyüzüne bakıyordum. Belki de umut ettiğim dal kırıldığın da, dibe doğru düşerken gördüğüm düşüşlerim değil de yüksekte ki gökyüzü olacaktı. Ona tam ulaşırken, ulaşabilmenin sevincinin damağı tadım da kalmışken düşecektim. Ölürken, gülümsemek gibi ya da hayattayken hep çiçek beklediğin birinin mezarına çiçek koyması gibi... Kırgınsın ama istediğini ucundan yakalamışsın da sanki, bu hissin buruk gülümsemesi yüzün de...
Eğer çocuğum, sevdiğim adamdan dahi olamayacaksa kırılırdı dallarım, yapraklarımı ilkbaharda dökerdim, fakat umut etmenin sıcaklığı, ilkbaharın esintisi burkuntularımın, kırıklarımın üstüne eser, sonbaharlarıma götürürdü.
Derin, kıytılarımdan topladığım cesaretin nefesini çektim içime, geri verirken, başımı yavaşca kaldırarak kirpiklerimi gerçeklere araladım. Baş sol köşesinden zikzaklar çizerek sağ ucuna kadar çatlamış olan kare ayna, soluk yüzümden daha çok ruhumda ki fırtınadan sonra kalanları yansıtıyordu. Her şey kırılmıştı. Koyu kahverengi gözlerimin içine bakarken, omuzlarımı silkeledim, "Hadi ama," dedim kendime başımı daha dik tutup, "Onca şeyi atlattın bu mu yıkacak seni?" Avuç içim de sıktığım çubuğu gevşetirken önüme doğru yavaşca getirdim, sanki hızlıca getirip baksam, şaşıramadan ölecekmişim hissi kaplıydı ruhum. "Her şey iyi olacak Evren..." Titreyen baş parmağımı çizgileri gösterecek yerden çekerken, kurumuş dudaklarımı gerginlikle ıslattım. "İyi... Olacak..."