Her şey yumurtanın döllenmesiyle başladı. Yukarıda sahip olduğum hayattan koparılıp insanların birer robotmuşcasına kontrol edildiği fani bir dünyaya savruldum.
Doğduğum yeri ve doğduğum aileyi seçemediğim gibi olacağımı kişiyi de seçemedim. Hepimiz yıldız oyuncu olmak için doğmadık. Takım kaptanı olmak ya da herhangi bir yerde herhangi bir şekilde popüler olmak için de.
Babam bana hayatın hep kalp atışları gibi olduğundan bahsederdi. Bu hayatta kalmanın kuralıydı onun için; "Ölmemek için ince düz bir çizgiden veya sürekli karşına çıkan engellerden ve kötü seçimlerden uzak dur"
Fakat bir süre sonra kafama kazınan şey şu oldu ki, hepimiz bize armağan edilen hayatı yaşamıyoruz. Birilerimiz daha özgür olmak istiyor, birilerimiz sesini duyurabilmek istiyor ya da birilerimiz, yani benim gibileri, düştüğü kuyuda tıkılıp kalmak istiyor.
Ben, ölü bir hayatı seçtim. Ya da belki o hayat beni seçti. Çünkü bir şeyi daha, çok iyi anladım ki sana seçmen için sunulan hiç bir şeyi gerçekten seçmeye hakkın yok. Umduğunu hiç bir zaman alamıyorsun veya hiç bir zaman gerçekten çabaladığın şeyi yapamıyorsun. Engeller var ve ben bu engelleri aşmaya uğraşamayacak kadar tembel bir ruhum.
Ve sizler, bu satırları okuyacak kadar hayattan bezmiş olmamalısınız. Çünkü bu satırlar, iki farklı ruhun iki farklı yerde kaybolmuş bedenlerini arayışının hikayesi.
Ben bedenimi ilk geçen kış aramaya başladım. Bu kadar manasız bir hayatı yaşamanın sonunda beni baymaya başladığına karar verdiğimde bir yerlerden çekip çıkarmam gereken bir eğlencenin olduğunu biliyordum. Fakat karşıma çıkan şeyi görene dek bunun ne kadar saçma bir fikir olduğunu tahmin edemezdim. Bu benim ilk defa ateşle oynayışımdı ve evet, bu konuda kesinlikle sınıfta kalmıştım.
O gün rüzgar kuzeyden esiyordu ve kendi soğuk düşüncelerim yetmezmiş gibi bir de soğuk hava tenime vuruyordu. Soğuk sebebiyle yanan tenim bana kazak giymemiş olmam sebebiyle küfrederken ayağımın ucunda duran taşı sertçe savurdum.
Taş kısa bir mesafeyi havada geçirdikten sonra yere bir kaç kere çarptı, ters döndü ve sonunda görüş alanıma yeni giren mavi balıkçı çizmelerinin hemen önünde durdu.
Ellerimi cebime koyduğumda çatılmış kaşlarım ve birbirine girmiş düşüncelerim bana kafamı kaldırmam için yalvarıyordu fakat tek bir kelime dahi etmeyi bilmeyen ben, korkaklığımı sergilemek istemiyordum.
Mavi çizmeler taşı sağa doğru ittirip yavaşça ilerlemeye başladığımda nefesimle büyük bir çatışmaya girdik. Benim ondan talep ettiğimin aksine o giderek hızlanıyordu ve tüm sakin görünümümün içine ediyordu. Adeta beni kafamı kaldırıp bakmadığım için tehdit ediyordu.
"Utangaçlık denizinde boğuluyor gibisin. Çizmelerime kenetlediğin bakışlarını bir kere bile yukarı kaldırıp bakmadın." Sesinin ninni gibi gelen tonunun arasına yerleşmiş, huzuru tadan cesaret karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim ve daha ilk kelimesiyle başımı kaldırdım. Yağmur ormanlarında kaktüs bulmak gibiydi.
"Neden?" Dudaklarımı birbirine bastırarak sessiz kaldım ve kafamda sirenler çalmaya başladım. Siren çaldığı süre boyunca düşüncelerim birer asker gibi dizilecek ve tepkisiz kalacaktı. Fakat bu sefer umduğum gibi olmadı, bu sefer beni dinlemeyi net bir şekilde reddettiler.
"Bir dilin olduğunu düşünüyorum" Etrafımda daire çizmeye başladığında bana doğru hücuma geçmiş parfüm kokusu beni hafifçe gülümsetti. Bunu görmemiş oluşunu diledim ve ilk defa dileklerim bana ihanet etmedi. Limon okuyordu, belki biraz da çilek ve bir kaç çiçek ona eşlik etmişti. Neredeyse beyaz denilebilecek kadar açık bir pembeye boyanmış saçları, porselen gibi beyaz tenine eşlik eden gri gözleri vardı.
"Bana bu kadar utangaç oluşunun hikayesini anlat" Tekrar önümde durduğunda bu sefer kelimelerim benden önce davrandı ve onlara susmalarını komut edemeden onlar bana konuşmayı komut etti.
"Genelde hikayelerim yarım ve yetersiz kalırlar"
"Bana genel şeylerden bahsetme. Bu sıkıcı." Gözlerini devirişi ve elini boşluğa doğru savuruşu, üstelik kendinden emin oluşu beni hayrete düşürmüştü. Benim ki gibi düşünceleri arasından kaybolmuş, en ufak şeyde kaçıp giden birine benzemiyordu. Bir kişiliği vardı ve ne kadar kabul etmek istemesem de beni korkutuyordu.
"Adın ne?" Kaşlarımı çattım. Benimle tam olarak ne yapmak istediğini ve neden sorular sorduğunu anlayamamıştım.
"Bana adını söyle. Hadi ama, adını söylemekte utanacak bir şey yok" Kahkaha atarken ki zevk alışı karşısında kaçıp gitmek istedim. Benimle basbaya dalga geçiyordu. Kendinden emin duruşu ve bu kadar farklı bir görünüşü varken benim gibi bir çirkinle ilgilenme ihtimali ileride Güneş'te yaşamaya başlamamız gibi saçma bir ihtimalle eş değerdi. Kısaca imkansızdı. İçi dolu bir yuvarlaktı, anlayacağınız oran tamamiyle sıfırdı.
"Poyraz" Bunu söylerken o kadar rahatsız hissetmiştim ki başımı eğmek ve bakışlarımı kaçırmak zorunda kalmıştım. Üstelik üşüyordum. Onun aksine kazak değil de basit, ince bir tişört giymiş olmam ne kadar salak olduğumu kanıtlıyordu.
"Bana bir şeyler öğret. Kitap okumayı sever misin? Ya da bekle, bunları hemen öğrenmek istemiyorum. Bir şeyleri ne kadar çabuk öğrenirsen o kadar çabuk büyüsü kaçıverir."
Tekrar bakışlarımı kaldırdığımda bu sefer kendimden emin bir şekilde gri gözlerinin içine baktım. O kadar ifadesizdi ki... Aynı ses tonu gibi. Nefes alışverişleri tamamiyle düzen içerisindeydi.
"Gerçekten konuşamıyorsun, öyle değil mi? Belki de bu konu hakkında bir şeyler yapmalıyız. Sen bana bir şey öğret ve ben de sana cesur olmayı öğreteyim? Anlaştık mı?"
Aynı botlarının mavisine sahip olan eldivenin içindeki elini bana uzattığında esen rüzgar pembe saçlarını geriye doğru savurmuştu ve boynunun beyaz tenine yapılmış bir dövme gözüme çarpmıştı. Tüyleri döke döke uçan bir kuş vardı ve yorgun görünüyordu. Sanki tüm karmaşıklığın arasından kaçabilmek için uğraşmış ve çaba göstermeye devam etmiş, hala daha devam eden bir kuş.
Rüzgar tekrar esip beyaz, dövmeli boynunu saçlarıyla örttüğünde uzattığı elini tuttum. Dövmesine bakmış olmamı fark etmesine rağmen açıklama zahmetine girmemişti, zaten öyle hesap veren veya yaptığı şeyleri açıklayan biri gibi durmuyordu.
"Yarın sabah benimle burada buluş. Özgür bırakmamız gereken bir kuş var"
Arkasını dönüp yürümeye başladığında daha demin ne olduğunu anlayabilmek için kendime kısa bir süre tanıdım. O kadar soğuktu ki, soğukkanlılığı karşısında korkmadan durabilmek imkansızdı. Fakat her şeye rağmen yine de kaşınmaya karar verdim ve "Bekle!" diye bağırdım arkasından.
Bir kaç adım daha attıktan sonra duraksadı. Arkasını dönüp suratıma bakma zahmetinde bulunmadı. Bir kaç saniye bir kaç şey mırıldandığını duydum, yabancı bir şarkının sözleriydi ve muhtemelen Fransızca'ydı fakat bu dili bilmiyordum. Ne yapacağını kestirmek fazlasıyla zordu, o sebeple bekledim. Artık ne kadar üşüdüğümün bir önemi yoktu, ya da rüzgarın iyice dağıttı kahverengi saçlarımı suratıma gelip beni rahatsız ediyor olması önemsizdi.
Bir kaç saniye sonra yürümeye devam etti ve köşeyi dönmeden önce bağırdığını duydum.
"Konuşabildiğini biliyordum çirkin"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bana Yenisini Yaz
Teen Fiction"Bana uçmayı öğretebilir misin?" Pembe dudakları arasından süzülen, fazlasıyla özgür ve cesur bu cümlenin altında yatan temelde kaybolmuş bir halde sadece bomboş baktım. Onun ki gibi süslü cümlelerim, farklı hayallerim, uçuk düşüncelerim veya cesare...