Bu ne bir roman, ne bir hikâye, ne de bir öyküydü. Bu çığlık çığlığa susan bir kızın, serzenişiydi sadece... her gece yorganıyla oluşturduğu kalkanın ardında, istemeyerek düşüncelere dalmalarıydı. Bu, bir nevi tutsaklıktı aslında. Ve ne yazık ki, buna mahkûm olan bendim. Ruhum çoktan kaybetmişti kendini, ömrümün saatlerle ölçüldüğünü tahmin edebiliyordum. Acımasız zaman en çokta gecelerimi çalıyordu benden. Geceleri öğretiyordu bana, bazen de eve girdiğim her an yapıyordu bunu. Beynimi yiye yiye yok olacağımı biliyordum. Bu durumun en kötüsü de beni şuan anlamayan onca insanın, kapıya gelen bir haberle aslında onca sessizliği çözecek olmalarıydı. Amansız bir hastalığın tekiydi bu. Hani doktorların bile dilinin dönmediği türden derler ya... acımasız, yorucu, yıpratıcı ve sonra...
Kötü sonlar işte o sevmediğim kötü sonlar. Yine uzanıyorum bir döşeyin kenarında, yoruyor gözlerimi içindeki amaçsız sızlamalar. Göğsümün aldığı acı daha da çok sarıyor etrafı. Bunların hepsini yaşarken, çözümü olan birçok şeye çaresizce mahkûm olduğunu bilmek daha da artırıyordu ağrımı... bir mantıksızlığın içinde kaybolmuş, bir insan parçasıydım sadece. Bunun en iyi yanı, bana ağlamayı öğretmişti aslında. Artık hıçkıra hıçkıra ağlamak nedir iyi biliyordum. Bitsin gitsin diyecek kadar iyi. Hatta bazen tamamen unutmak isteyecek kadar. Ne anlama geldiğini bilmemek mesela, oldukça ilgi çekiciydi geliyordu bana artık. Siz siz olun, ağlamayı bir hastalığın pençesinde öğrenmeyin, siz siz olun, ağlamayı bir aşk acısında öğrenmeyin, siz siz olun, ağlamayı bir anne yokluğunda öğrenmeyin! Siz siz olun, ağlamayı mutluluktan yüzünüz gülerken öğrenin. Benim için hayat o kadar yaşam dolu olmadı çünkü... Ben gülerek öğrenemedim ağlamayı, her günüm daha serti daha ağırdı benim. Bir kitabın içinde ki "a" harfi gibiydim. Mahkûmdum!
Ben hayatı kalemimin başında yazıp çizerek öğrenen, kendisini bir A4 kağıdına anlatıp rüyalara dalan, rüyalarının da dillenip, hayallerindeki rüzgârları anlatmasını isteyen hasta, küçük bir yazardım sadece...