Alarmım çalıyor. Alarm mı çalıyor? Yatmadan önce kurdum mu ki? Hayır, ben kurmadım. Öyleyse kim kurdu? Saate uzanıp parmaklarımla tuşu ararken bir ayak sesi duyuyorum. Sakin ama tempolu. Bir el, kapıyı ürkütmemeye çalışıyormuş gibi yavaşça kapı kolunu aşağı indiriyor. Elin ve ayak seslerinin sahibi olan oda arkadaşım Hamit, araladığı kapıdan bana sesleniyor:
-Tevfik? Tevfiik? Daha ne kadar kalkmayı düşünmüyor musun?
-Düşünmüyorum birader.
Hamit sabahın beşinde kalkıp hazırlanır, odasının kendi tarafını toparlardı. Her akşam yatmadan önce "Bak yarın erken kalk. Kendi kahvaltımı hazırlar çıkar giderim. Sen de artık öğlen mi gelirsin, kovulur musun bilmem." diye tembihlerdi. Ben de tabii ki kalkamazdım. Hamit de bana kıyamaz, bir tabak da bana hazırlar, geç kalmak hatta kovulmak pahasına beni uyandırmak için uğraşırdı. Canım Hamit.
-Belli ki bölüm şefiyle aynı fikirleri paylaşmıyorsunuz. Hemen hazırlanmalıyız.
-Neden hazırlanmıyoruz, dedim diğer tarafa dönüp uyumaya devam ederken.
-Yataktan kalkmadan hazırlanmak çok da kolay değil de ondan. Bilgisayarın niye açık senin? Allah bilir geceden beri açık bıraktın.
O anda gözlerim faltaşı gibi açıldı. Yataktan fırladığım gibi bilgisayarın başına geçtim.
-Allah canını almaya Tevfik. Raporu tamamlamadın değil mi, diye söyleniyordu Hamit, ben tuşlara yıldırım gibi basarken.
Raporu tamamlamak için klavyeyi dövüyordum adeta. Neyse ki büyük kısmını bitirmiştim de fazla uzun sürmedi. Raporun başına bir şey gelmesin diye sürekli kaydediyordum. Önemli rapor sonuçta. Şirkette de en az sorumluluk sahibi adama vermişler.
-Bitmedi mi daha?
-Bitti bitti, az kaldı.
-Kahvaltı yalan oldu haberin olsun. Yoldan poğaça alırız.
-Bu gün de böyle olsun ne yapalım.
Bilgisayarı çantama fırlatırcasına koydum. Şarj kablosunu, fareyi de ön bölüme tıkıştırdım. Üzerime hızlıca beyaz gömleğimi geçirdim. Pantolonun içine sığışıp ayakkabılarımı giydim. Telefon, cüzdan ve anahtar da tamam. Hazırım gibi.
-Hadi be Tevfik, neyi bulamadın daha?
-Uykum kayıp birader gördün mü?
-Sen kazanına düştün zaten. Hadi çıkıyoruz. Unuttuğun bir şey varsa da geçmiş ola.
Ne olduğunu anlamadan kendimi Hamit'le metro istasyonuna hızlıca yürürken buldum. Her şey tamam da parke taşları neden yüzüme doğru geliyor?
-Dur birader dikkat et. Düşüyorsun, dedi Hamit beni zar zor ayakta tutarken. Hâlâ uyanamadın mı?
-Merak etme açılırım birazdan. Saat kaç?
-Fırça yemeye kırk var.
-Bizim aracın gelmesine ne kadar var?
-On dakika kadar.
-Bizim istasyona ulaşmamıza ne kadar var?
-Koş birader koş.
Vagonla yarışırcasına istasyona daldık. Merdivenleri birer ikişer inerek güç bela yetiştik. İçi et ve kıl dolu metal kutuda birer direğe tutunduk. Geçtiğimiz demir yolu daha önce hiç görmedim, ama yıllardır gide gele her bir virajı, demir biraz daha fazla aşındığı için vagonu biraz boşluğa düşüren yeri bile daha oraya gelmeden biliyordum. Yanımdaki çocuk benim kadar aşina değildi. Düşmesin diye elimi çocuğun soluna doğru, koruyucu bir çubuk gibi indirdim. Çocuk gözleriyle kolun kime ait olduğunu keşfetti. Ne olduğunu sorarcasına bana bakarken vagon sola doğru çok az ama sertçe kaykıldı. Bana teşekkür eder gibi gülümsedi. Daha fazlasını yapmasına da gerek yoktu zaten.
Yavaşlıyorduk. Fırça yemeye on var. Hamit'i tuttuğum gibi vagona binmeye çalışan kalabalığı, bir yandan "Önce inenleri bekleyin!" diye bağırarak atlatmaya çalıştım. Herkesin acelesi var tabii ama bizim acelemiz daha acele. İstasyondan çıkar çıkmaz iki sokak ötedeki binaya ulaşmak için koşturmaya başladık. Poğaça almayı unuttuğumuz o an aklıma geldi. Hem bize zıt, hem de bizimle aynı yönde pek çok kişi işine koşturuyordu. Funda değil mi o ilerideki? Seslensem mi? Neyse, zaten birazdan döner kapıdan geçerken karşılaşacaktık. Şehrin tam göbeğindeki koskoca CassaTureng binası önümüzdeydi. Yeni bir gün başlıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Beyaz Yakalı Aşık
General FictionHikayede çok fantastik bir olay yok. Oldukça klasik bir aşk hikayesi ancak hikayenin nereye gideceğini ben de tam bilmiyorum. Umarım beğenirsiniz.