Hayatımızın, dostluklarımızın, aşklarımızın belki de tek eksiğidir “inanmak” ve “inandırabilmek”.
Bunu yapamadığımız takdirde bocalıyoruz. Acı çekiyoruz fazlasıyla.
Yoğun bir acı.
Boğazımızı düğümleyen cinsten.
Güzel şeyler yazayım diyorum, artık onu da beceremiyorum. Belki de susmam gereken zamanlardayım.
Bir de ne var biliyor musun? İnanıyorsun, inciniyorsun, öğreniyorsun ve saygın tükeniyor. Bu durum karşılaştığın çoğu olayın, durumun, insanın mutlak süreci haline gelince beğeni ya da saygı duyduğun her yeni şey, elinde olmayan bir güvensizliğin verdiği saygı yoksunluğu ve bunun da sonucu olan tahammülsüzlük ile sadece günübirlik bir anı olup silinip gidebiliyor hayatından.Her gün biraz daha zorlaşıyor inanmak.Bunları betimlemeli, betimlemeli ki adına “umut” dedikleri ruhlarımızın silik hatırası bir daha köstek olmasın bize.
Hayal Hattı
Günlerden sonbahar, yine bir uykusuzluk kaplamış bedenimi. Pencereden bakıyorum, dışarıdan geçen bir baykuş göz kırpıyor. Günlerdir çekmecede tuttuğum kağıdı ayağına bağlıyorum. Nereye gideceğini biliyor. Kanatlarını açıp uzaklaşıyor. Bir telefon geliyor ardından…
-Şimdi de baykuş mu yolluyorsun?
-Evet…
-Neden?
-Okusan bilirdin…
-Okuduğum için anlayamıyorum belki de, dedim ya bu iş olmaz seninle…
-Neden?
-Olması gerek değil her şeye bir neden…
-Düşünsen sen de bir..?
-Hayallere dalıyorum o zaman…
-İyi değil midir hayaller..?
-Değil, çünkü biliyorum, onlar asla gerçek olmazlar…
-Kim demiş..?
-Hayat…
-Belki de öyledir, bu dünyaya ait değildir hayaller; ama bu onların daha sonrasında gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez ki…
-Yalan…
-Yalnızca inanmayanlar için öyle… Peki ya hayallerinin gerçekleşmesini umut etmek yerine senin yapmayı seçtiğin şey nedir? Söylesene…
-Beklemek…
-Ama neyi..?
-Bir daha asla hayal kurmayacağım günleri…
-Sen bekle o halde, ben gidiyorum…
-Nereye?
-Hayallerimi gerçekleştirmeye…
Sonrasında kapattım telefonu. Hayallerimi gerçekleştireceğim demiştim, fakat o benim tek hayalimdi ve onun yardımı olmaksızın gerçekleşmezdi…
Göçüp Gidenler
göçüp gidenlerin ne olacağıyla ilgili çoğumuzun merakları var. sevdiklerimizi hiç bir şekilde kötü bir şekilde düşünemeyiz öldüklerinde ve gittiği her neresiyse orasının cennet olması gerektiğini söyleriz.
En büyük suçları işlese bir insan elbet seveni olur, geçmişi ve geleceğine duyulan saygı bile bunu oluşturur birilerinde. “nereye gidecekler?”, “nereye gideceğim?” diye düşünmek çok yersiz. göçük gideceğiz işte. merak etmek yersiz. nasıl olsa birbirimize en güzel neresi ise orayı kılıf biçeriz. yatacak yeri hep olur insanın. en büyüklerini de işlese suçların.
aslında kaybedilenler ardından inancının kuvvetlendiğine şahit oldum, neden benim babam, annem, kardeşim, ailem, arkadaşım her kimse… neden başkalarının vakti değilde benim sevdiklerimin vakti deriz. bu düşünce inançtan uzak kılar gibi görünür aslında fakat işte aciz hissederiz kendimizi ve göçüp gidenlerin kimin ellerinde, nerelerde olduğunu merak eder tanrıdan merhametini onun bizden ayrı dünyada (her neresiyse) huzurlu yaşaması için dileriz, bekleriz. bu bile bizi inanç ihtiyacımızın gereksinimini hatırlatır ve var olan şekillerinden hangisi ise dünya üzerinde ona döneriz. her hangi bir tanrının merhametine sığınırız.
kendimi ne zaman bir tanrının varlığına inandırsam her seferinde yenik düşüyor. bir güç var diyorum, elbet var. var ama işte…? illa ibadet mi bekler o güç? illa sadakat mı bekler? böyle şeyler mi bekler? egoist midir?
bu tür düşüncelerin elbet bin bir türlüsü ve inançlılar tarafından karşı tezle çürütüleni ya da savunanların sağlam dayanakları vardır ve adeta hep bir yarış içerisindedir.
içimde var olan o şey, ruh, güç, varlık… adını bilmiyorum işte o şey neyse. belki de insan kişiliğinin güçlü tarafı, zayıf ve dışa yansıyan tarafı ezen taraftır. çokta yüce değil aslında, hep içeride bir yerlerde durmakta ve bana bir şeyler söylemekte. hiç de egoist değil. tam karşıma geçip konuşmakta.
konum biraz saptı ama geleceğim nokta şudur; eğer bir gün sevdiklerimizden birileri ya da biz göçüp giden olursak, bir gün… “nereye gidecekler” ya da “nereye gideceğim” in içine düşmemizin hiç bir anlamı ve gereği yok. bir şeylerden iyi olanı beklememizin de bir anlamı yok. ütopik olan bir yerin varlığının çok uzakta olduğunu düşünmemiz de pek acı. biliyorum ki bir gün göçüp gidilecek bir şekilde. hep birilerinin aklında kalacağız ve birileri bizim aklımızda içimizde kalacak. biliyor ve yaşıyorum ki… hissediyorum ki; gidenlerin yeri asla ayrı dünyalar değil. bizim içimizde hissedildikleri her an cennet(ütopik olan) yaşıyor. ve öyle başkalarının değil bizim cennetimizde yaşıyorlar, yaşatıyoruz. başka bir şey değil…
Minevra..
yardım et minerva
anlamıyorsun minerva, bir düş değil bu. aynı hayat içerisinde yan yana, kocaman tebessümler saçarak ilerlemiyor oluşumuz onun gerçek olmadığını göstermez.
diyelim ki ben bir yalanı seçiyorum.
söyler misin, onun yanında ayakkabı bağcıkları gibi basit bir nesne dahi, nasıl anlam kazanabiliyor?
o halde neden insanın yüreği acıyor minerva?
susuyorsun.
dur, ben söyleyeyim. düş olsa uyanırdım eminim. bilirsin sıçrayarak fırlardım yerimden ve kedimle uyuyakaldığım çiçekli kanepede bulurdum kendimi. çünkü korkuyorum.
evet belki dokunamıyorum.
hani bir uzansa kollarım yere göğe, ellerimde büyüyüp serpilecek bütün o insani duygular. bir uzatsam ellerimi ona, biliyorsun.
ya da kendimi kandırıyorum.
acı-tatlı
yalan ya da değil
ama ben çok inanıyorum minerva, anlıyor musun? üstüne basa basa, altını çize çize değil. tamamen açtığım kollarımla sara sara, benliğime işleye işleye inanıyorum.
şuramdakileri sen göremezsin; ama gerçek. onda neler saklı olduğunu bilemezsin. ben de bilmiyorum.
peki ya sen haklıysan?
ama söyle lütfen, bir yalan zamanla gerçeğe dönüşemez mi minerva?
korkuyorum.
İnandığın kadar yalansın aslında. Ve doğruların kadar yanlış.