''Pirinç Lapası''

294 7 6
                                    

-Necen herkes böyle davranır ki bana?

-Gerçekten dedikleri kadar ucube miyim? 

-Fakir olmamız onları neden bu kadar alakadar ediyor?

-Peki ya ailemin sorunları?

    O gün tepeden damlayan yağmur damlalarının kafama damlamasıyla uyandım. Her sonbahar bu olaydan sıkılmaya başlamıştım. Ama yapacak birşey yoktu. Daha büyük sorunlarımız, ailevi problemlerimiz vardı bizim. Annem, yine boğazı yırtılırcasına öksürüyordu. Aniden kalkıp o çok büyük gelen ayakkabılarımı bağlamaya koyuldum. Eczacı amca, her zaman ki gibi müşteri olmayınca karşıdaki kahvede çayını yudumluyordu. Bir an önce sohbete dalıp gitmesini umuyordum. İşte beklenen an. Eczanenin arkabahçesine bakan o küçük tuvalet penceresinden içeriye girmeyi başarmıştım. Neredeydi o lanet olası ilaç? Benim geleceğimi bildiği için saklamış olmalıydı bunak herif. Parol, Apireks, Ketilept, Cefaks, İBU-600... 

Hepsinden kutu kutu vardı ama istediğim ilaçtan bulamıyordum. Son çare, acil durum çantasındaki ilacı almaktı. Ama bunun hiçte kolay olmadığını biliyordum. Yanımda asılı duran çekici alıp, orada, duvarda asılı cam çantaya var gücümle vurmaktı.Bunu yaptığım an, alarm çalmaya başlayacaktı. Yapmalıydım. Elim yavaşça yana kaydı. Çekici almıştım. Şimdi sıra tüm gücümle oraya vurmaktı.

Saniyeler içinde gerçekleşen bu olayı bende anlamış değildim doğrusu. Elimde ilaçlar, arkama bakmaksızın koşmaya başlamıştım. O bunak Eczacı arkamdan küfür etmeye başlamıştı bile. Artık nefes alamaz duruma gelmiştim.Gözlerim kararmaya başlıyor, yere yıkılmamak için Tanrı'ya yalvarıyordum. Eve 500 metre kalmıştı aşağı yukarı ama benim gözümde kilometreler vardı. Annemin öksürüğünü duyabiliyordum yavaştan. Eve girer girmez sürahiyi aldığım gibi bardağa boşalttım. Hemen ilacını verdim. Uyku yaptığını biliyordum ama bu kadar çabuk olacağını tahmin etmiyordum. Annem uyuyunca bursla kazandığım, içerisi zengin züppelerle dolu okuluma gitmek için üniformalarımı giydim isteksizce. Okul falan umrumda değildi ama kendim için gitmiyordum ki. Hem, okulun ilk gününden beri hoşlandığım bi kız vardı. Siyah dalgalı saçları, o elinden bi türlü ayırmadığı kitabı, boynunda asılı duran ama bi türlü kulağında göremediğim kulaklığı ve koyu mavi gözlükleriyle aşık olduğum Jane.

Jane, o zengin züppelerden, babasının parasıyla geçinen gayri meşhur çocuklardan çok farklıydı. Emin değildim ama babasının ölümünden sonra İsviçre'den kalkıpta buraya, İngiltere'ye gelmişlerdi. Pek arkadaşı yoktu gibi. Ya da vardı, benim bilmemi istemiyordu. Bunları düşünürken okula gelmiştim. Tam kapıdan geçecekken liselilerin vazgeçilmez şakalarından olan kırmızı kart uyarıları gelmeye başladı. Okulun koridorundaki dolabını açtığında bu kırmızı kartı görürsen, attığın adımı zehir ederlerdi sana. Aldırış etmeden sınıfa doğru yürümeye başladım. Kapıdan geçtiğim an, sırf alabilmek için tüm yaz tatilimi harcadığım üniformam kırmızı boyaya bürünmüştü. Sonra ucube sesleri koridorda yankılanmaya başlamıştı. Yüzümdeki bu yanık izi dedikleri kadar kötü duruyor olamazdı ya. Henüz 5 yaşındayken bahçede çamaşır yıkamak için hazırlanmış içi kaynar su dolu kazanın içine düşmüştüm. O anı hiç unutmam, hayatımı mahveden o anı. O günden itibaren ismim Peeta yerine ''Ucube'' olmuştu. Ucube isminin tekrarlandığı günde işte bu gündü. Hiçbiri bilemezdi o anki duygularımı. Jane'in önünde aşağıladıkları, duygularını yok saydıkları biriydim ben. Bu yetmezmiş gibi bikaç gün sonra, okulun zenginlerinden olan Sam, çantamda bulunan ilaçları lavaboya dökmüştü. Üstelik annemin ilacını. Hiçbişeye kolay kolay sinirlenmeyen ben, bu olay yüzünden deliye dönmüştüm. Sam, kahkalalarla bana bakarken bunun yanına kalmayacağını ona göstermiştim. Tuvalette bulunan süpürgenin demir sopasıyla kafasına vurmuştum. Bu, belki de yapmamam gereken en son şeydi. Pişmanlıktan ölüyodum. Sam, önce bi yerden tutunmaya çalıştı. Ama bu uzun sürmedi.  Saniyeler sonra yere yığıldı. Tuvaletin beton taşları kırmızıya boyanmıştı.  Öldürmüştüm. Artık ben bi katil sayılırdım. Sayılmaktan çok katildim işte. Polisin gelmesi, bileklerimde kelepçeleri görmem uzun sürmedi. Ne olursa olsun yapmamalıydım. Annemi düşünmeliydim en azından. Kısa zaman içerisinde sonum belliydi. 7 yıl hapis.

Dört duvar arasına koymuşlardı beni. Her salı, annemin çocukluk arkadaşı Nein Teyze ziyaretime gelirdi. Burada sadece 1 öğün yemek verilirdi.Sabahın 5'inde. Kalkabilirsen ne mutlu sana. Nein Teyze, her ziyaretinde pirinç lapası getirirdi bi kase. Onun için Salı'yı iple çekerdim. 

-Hoşgeldin Nein Teyze. Annemin durumu nasıl?

+Tanrı'ya şükürler olsun. Senin buradan sağ salim çıkmanı dört gözle bekliyor. Oh, bu arada sana bi sürprizim var. Annen senin için hazırladı.

Bu bi kolyeydi. Midyelerden yapılmış bi kolye. Midyenin üzerinde ''MOM'' yazıyordu. Aynısı annemde de varmış. Üzerinde ismim varmış. Hemen boynuma astım. 7 yıl asır gibi gelmişti bana. Hapishaneden çıkar çıkmaz eve koşar adımlarla gitmiştim. Evde kimse yoktu.  Masada bana bırakılmış bir not vardı:

-Oğlum, sana demeye çalıştım fakat sen her ziyaretine geldiğimde umutla anneni sorarken sana bunu diyemezdim.  Seni ziyarete geldiğim son hafta annen ölmüştü. Boynundaki kolyeyi benim hediyem olarak gör. Ben artık Polonya'da yaşamaya karar verdim. Bu ölümden sonra burada kalamazdım. Lütfen beni affet... 

                                                                                                                                      -Nein Teyzen

Mektubu okurken başımdan kaynar sular dökülmüştü. Ağlayamadım bile. Ne yani, bu kolye bana annemden kalan son şey değil miydi? Beni bu dünyada tek başıma bırakıp, nereye gidebilirlerdi? Bu olayın şokunu atlatamamış, beynimi yitirmiştim. Artık bana ''Şizofren Ucubesi'' adını vermişlerdi. Bakkaldan ekmek alırken para istemiyolardı. Anlaşılan onları da öldüreceğim korkusu bürümüş hepsini.Tam 4 yıl böyleydi herşey. 27 yaşıma bastığımda hergün yaptığım gibi annemin yıllardır yattığı yatağa oturup, boynumdaki kolyeyi tutuyordum. Tam o anda odanın kapısı yavaşça gıcırdamaya başladı. Yıllardır ayak basılmamış bu eve kim gelebilirdi ki? Yavaşça ayağa kalktım. Gördüğüm şey karşısında dona kalmış, yerimden kımıldayamamıştım. Evet karşımda gördüğüm oydu. Hiç değişmemişti. Siyah dalgalı saçları, elinden ayırmadığı kitabı, boynunda asılı kulaklığıyla karşımda duruyordu. Bu Jane'di. Bana sevgi dolu bi kucakla sarılmıştı. Ne yaptığına anlam veremiyordum. Yıllar önce beni farketmeyen biri nasıl olur da? Hayır, belki de farketmişti. Bunu kimse bilemez. Ama buraya, karşıma geldiğine göre farkediyordu. Uzuuuunca bi süre konuştuk. Benimle ilgili herşeyi bildiğini söyledi. Şaşırmamıştım. Ama o, bunların hiç birine aldırış etmemişti. Bikaç yıl içerisinde bi dükkan bile açmıştık. Pirinç lapası dükkanı.

Girişte çit tahtalarına ''Jane & Peeta'' yazısı göze çarpan ilk şey oluyordu.  Bu kadar olaya rağmen, yanımda olan, kendimi yanında güvende hissettiğim biri vardı. JANE. 

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Apr 24, 2014 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

''Pirinç Lapası''Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin