Mart

38 2 0
                                    

İçinden bir sır tuttu, yorgun ve geç kalmış. Apartman kapısının soluk girişine serilmiş kilimi ayakkabısının ucuyla düzeltti. Mor paltosu yere kadar, söyleyemediklerini aklından süpürse keşke. Olmadı, unutmazdı. Bir sırrı unutmak ne mümkün. Her akşam bir sırrın yorgunluğunu üçüncü kata taşıyor, saat yedi’de ayakkabılarını kapının ardına çıkarıyordu. Ve her gece kafasının içini yastığa iyice sakinlerdi. Yorgun ve uykuya bile çok geç kalmış, bir sağa bir sola düşünerek duasının yarısında uyuyakalırdı.

Gerçekleri düş hafifliğinde yaşadığından belki, düşleri çok ağırdı. İç evren kendini bir şekilde dengeliyor. Salon penceresine okyanus vuruyor sevdiği birçok şeye cam oluyor kulaçları, ağlıyordu. Pencereyi açıp içeri hızlıca kaç kişi alabilirdi? İçine okyanusları alırdı ama boğulmak üzere insanlar ve kuşlar içeri nasıl. Gökyüzünde dalgalar bulutlaşırken uçamayacak sonsuz bir derinlikte kaybolacak ve ölü bir okyanusun denizaltı olacaktı üçüncü kat. Yapayalnız, ağladığı yerde. Kararsızlığın bedeli topyekun kayıp…Üzerine ağırlaşan çaresizlik, zor uyanırdı.

Hani bazı aksiyon filmlerinin başlangıcı filmin bütününden daha heycanlıdır ya. İşte sabahları öyleydi. Mutfak-banyo-dolap-çanta on dakika. Evin kapısını yavaşça ayaklarına çekerken hızlıca, unutmadığı şeyleri aklından geçirir ve sonra yuvasından ayrılık hüznü anahtarlıkla parmaklarına dolanır, iki defa döndüğünden emin olurdu anahtarın. Açık bağcıklarına basıp merdivenden yuvarlanmadığı için basamakların bitişinden memnun…apartman kapısı ağırlığında hatırlardı. İçinde bir sır vardı.

Sabahların asfalt çizgilerinde rutinleşmesine yetişmesi için koşması gerekiyor. Yine koşuyordu, bağcıklarını bağlamayı ihmal ederdi ama başını çevirip iki saniyeliğine eczanenin içine utanarak; dalıp gidiyor. Sonrası kalabalık. Kalabalığın bir parçası olurdu. Erkenden uyanan tek insan olmadığını görünce gülümser, yolu izleyebileceği bir kenar bulur kendine ve orada yorgunluğunu unuturdu.

Yüzüne bol gürültülü durak havası esince arkasında nefesiyle ısınan insanlar bırakıp gün güzelliğine dualar ve iltifatlar söyleyerek okul yolunda dalıp, gitti. 

Anlattıklarınızın dörtte üçü hakkında hiçbir fikri yok. Konuşurken kendinizden geçmeseydiniz hemen anlardınız. Ve anlattıklarının dörtte üçü hakkında hiçbir fikri yok. Dinlerken kendinizden biraz olsun uzaklaşsaydınız, hemen anlardınız. Konuşuyor öyle. Hintçe öğrenmeyi ne kadar istediğini anlatıyor birine giderayak. Sonra başka birine Japoncaya olan merakından bahsediyor pek meşgul, öğle arası. Aylar sonra biri gelip kendisine “Aa selam, Çevaca nasıl gidiyor?” dese hiç garipsemez -mutlaka onu da konuşmak istemiştir ahir ömrünün herhangi iki saniyesinde- hemen cevap verir. “Güzel fakat bantu dil ailesi pek açmadı hem bir roman yazmaya başladım dün.”…..Dün ne yediğini dahi hatırlamıyor. Lakin mutlaka bir roman yazmaya başlamıştır. Zira her gün bir roman yazmaya başlar. Dede yadigarı dell bilgisayarı onlarca romanın ilk sayfasıyla doludur..önceleri aklından dökülen her kelimeyle rahatlardı. İçinde çok az şey kalıncaya kadar yazardı ama sonra söyleyemediği bir şey oldu içinde. Kocaman...

Dağ gibi binaların mağara oyuğu sınıflarında oturdu. Oturacak yer olmasaydı ne yapardı bütün gün, hiç bilmiyordu. Anlamıyor, dinlemiyor oturuyordu sadece sırrını biliyor; her şeyi unutuyordu. Dönüş yolunda belki biraz heyecan… Oturdu, camın soğukluğuna alnını sakinledi. Kalktı. Caddeyi yürüdü.

Kızılay’ın pek bilinmedik bir yalnızlığında ruhunu tavukdönere satmayı  hiç ama hiç istemedi o akşam. Durmadan devam etti. Dolmuşa çıkan koridorda sağından ve solundan kendisine uzatılan satılık çiçekleri görmedi hiç. Durmadan devam etti.

Apartman kapısının soluk girişine serilmiş kilimi ayakkabısının ucuyla düzeltti. Mor paltosu yere kadar, söyleyemediklerini aklından süpürse keşke. Olmadı, unutmazdı. Bir sırrın yorgunluğunu üçüncü kata taşıdı. Anahtarını kapıya yöneltiyordu ki durdu..Aklı durdu. Eve gelirken eczaneye ürkek ve utangaç gözlerle dalıp gitmeyi unutmuştu! Ne sırmış ama her şeyi böylesine sahiplenip götüren…

Baktı, baktı. Biraz uzaklara biraz yakınlara baktı. Baktı olmuyor. Düşündü. Sonra gördü ki dünya meşguliyeti hep bir yerinden açık verip sırrını hatırlatıyordu. Ve o akşam‘sır’ dünya meşguliyetini unutturmuştu.

Öyle ya;

İçinde kocaman okyanus bir tanecik hamsi yüzüyor. Ah ne kadar çok söyleyemedi küçücük bir şey oysa…Sevdiğini söyleyemedi.

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Apr 30, 2014 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

MartHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin